Bir haftada ne değişir?
14 Mayıs’ta gerçekleştirilen seçimde, aslında partiler ya da adaylardan önce, vatandaşların güvenlik isteği ile değişim isteği yarıştı ve şimdilik güvenlik isteği açık ara farkla önde görünüyor.
Demokratik rejimlerde, sandık başına giden seçmeni motive eden dört temel unsurdan bahsedilir: Güvenlik isteği, saygınlık isteği, duygusal bağlılık, dinsel/siyasal inançlar.
“Değişim isteği” aslında temel bir motivasyon değildir. “Değişsin de ne olursa olsun” demez seçmen. Seçmenin arzusu “iyi”ye ulaşmaktır. Bu noktada “kötünün iyisi”ni de seçebilir.
Oysa Türkiye’de, 14 Mayıs’a giderken sokaktaki vatandaşın önemli bir bölümü “değişim” diyordu. En sık duyduğumuz cümle “Bu kadar yeter, değişsin artık” oldu.
Seçmende “Ne olursa olsun, bu olmasın” duygusu çok güçlüydü ve hala çok güçlü. Bu demokrasilerde hiç olağan bir durum değil.
Dünyada bu duruma son ve en çarpıcı örneklerden biri, 2020 ABD seçimleri oldu. Donald Trump’ın mutlaka devrilmesi gerektiğine inanan ABD seçmenleri, tarihlerinde görülmemiş bir mobilizasyon ile sandığa gittiler. Joe Biden’ı çok beğendikleri için değil, çok inandıkları için değil, Trump karşıtlığında birleşen muhalif toplumsal kesimler arasında en az rahatsızlık yaratacak, en birleştirici aday olduğu için Trump’ın karşısına onu çıkardılar. Sonuçta, Trump oyunu artırmasına rağmen “değişim talebi” gerçekleşti.
Peki, Türkiye’de neden gerçekleşmedi? Trump sadece bir dönem başkanlık yapmış olmasına rağmen, bizdeki iktidar 21 yılını tamamladı üstelik.
Herhalde bunun en önemli nedeni, seçmenin en temel motivasyonu olan güvenlik arayışıdır. Cumhur İttifakı seçim stratejisini çok başarılı bir şekilde kurdu. “PKK, HDP, FETÖ ve başta ABD olmak üzere düşman Batı muhalefeti destekliyor” retoriği çok iyi kullanıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, MHP lideri Bahçeli başta olmak üzere, meydanlarda bu retorik öne çıkarıldı. İktidar medyası bu iddiayı güçlendirmek için gece gündüz çalıştı. Sosyal medya, bu iddiayı güçlendirecek içeriklerle dolduruldu. Kısa bir süre içinde, sokağın temel sorunu olan ekonomiye dair şikayetlerin yerini, muhalefete yönelik öfke aldı. Aslında hepsi gözümüzün önünde gerçekleşiyordu ama muhalefet galiba bunu göremedi.
Muhalefetin en büyük hatası, 2019 yılında yapılan yerel seçimlerde, iktidarın benzer bir strateji uygulamış ama başarı sağlayamamış olmasına güvenmekti. “Bu strateji işe yaramadı, hala deniyorlar” diyerek rehavete kapıldılar. Oysa arada farklar vardı.
Bir kere bu genel seçim. Bir belediyeyi değil; orduyu, emniyet teşkilatını, dış politikayı, ekonomiyi teslim ediyorsunuz iktidara. Belediye başkanı yanlış bir şey yaparsa “devlet” orada duruyordur, ama devlet yanlış yaparsa onu kim durduracak?
Aday seçimi de çok önemli. Binali Yıldırım’ın karşısına Ekrem İmamoğlu’nu, Mehmet Özhaseki’nin karşısına Mansur Yavaş’ı koyduğunuzda şansınız artar elbette. Ama Erdoğan’ın karşısına Kılıçdaroğlu’nu koyduğunuzda pek şansınız kalmaz. ABD, Trump’ın karşısına aday çıkarırken bütün riskleri bertaraf etmişti, siz bütün riskleri aldınız. Sağ seçmende Kılıçdaroğlu’na yönelik yıllardır büyüyen bir önyargı vardı. ABD’de Demokratlar, ‘hem Trump’ı yenelim hem de ABD’nin ilk kadın başkanını seçelim’ demediler mesela. Bizimkiler ‘hem Erdoğan’ı yenelim, hem de Türkiye’nin ilk Alevi cumhurbaşkanını seçelim’ dedi. Ekonomik kötü gidişat, büyük bir özgüven patlamasına neden olarak aymazlığa düşürdü denilebilir.
Üstelik yerel seçimde başarılı olduğunuz büyükşehirler, gelişmiş batı ve güney kentleriydi. Genel seçimde Anadolu’nun bağrından gelecek oylar seçim sonucunu belirler. Bunu da yeterince hesaba katmadılar. Ekonomik sorunların yakıcılığını büyük kentlerdeki kadar acı bir biçimde hissetmeyen Anadolu’nun küçük kentlerindeki, kasabalarındaki milliyetçi ve sağ seçmenin hassasiyetleri yeterince göz önünde bulundurulmadı.
Sonuç da bu oldu.
İkinci tur için geriye kalan bir haftada ne yapılabilir? Seçimin neden kazanılamadığını analiz ettiğimizde, muhalefet için kazanmanın bir yolu kaldı mı sorusuna verilecek cevap da kendiliğinden ortaya çıkmıyor mu?