Biz neden böyleyiz? Arketipsel bir açıklama

Analitik psikolojinin kurucusu, İsviçreli psikiyatr Carl Gustav Jung’un literatüre kazandırdığı kavramlardan biri de “arketip”tir. Jung insanlığın tarihsel olarak ortak bir bilinçdışına sahip olduğuna inanıyor, kolektif insan deneyiminin kökeninde bazı evrensel semboller, karakterler, mitler ve mitolojiler olduğuna inanıyordu. Gerçekten de dünya üzerinde asla bir ilişki içine girmemiş, birbirinden kopuk coğrafyalarda yaşayan toplumların mitlerine, masallarına baktığımızda benzer öğeleri kullandıklarını görebiliyoruz. Bu ilginç bir fenomendir.

Jung’un insan psişesinde tanımladığı dört temel arketip vardır. Bunlar bizim vitrinimiz, topluma gösterdiğimiz yüzümüz olan “persona”, her bireyin içinde bastırılmış olan kadınsı ve erkeksi yönlerimiz olan “anima” ve “animus”, bilinçdışına bastırdığımız, depomuz diyebileceğimiz, toplumsal olarak kabul edilmeyeceğine inandığımız “karanlık” tarafımız olan “gölge” ve bunların bir bütün oluşturması için çalışan “ben” arketipleridir. İnsanın amacı personasının farkına varmak, bastırılmış yanlarını keşfetmek ve bunları benliğinde birleştirmektir.

Jung ve onu takip edenler, dört temel arketipten başka birçok arketip tanımlamıştır. Bu arketipler insanların ve toplumların karakterlerini ve inançlarının, eğilimlerinin, davranışlarının ardında yatan dinamikleri anlamak için kullanılagelmiştir. İşte bunlardan biri de “yetim” arketipidir.

Amerikalı eğitimci-yazar Carol S. Pearson’ın tanımladığı “yetim” arketipi için temelde söyleyebileceğimiz, bu arketipin etkisinde kalmış insanların kendilerini ihanete ve hayal kırıklığına uğramış hissettikleridir. Yetimler aslında kendilerini kurban gibi hissederler. Sorumluluk alamaz, sorunları için başkalarını suçlar ve birinin gelip kendilerini kurtarmasını beklerler.

Böyle toplumlar siyasette büyük liderlerin, heyecan veren bir hareketin ya da partinin gelip bütün sorunlarını çözmesini umarlar. O yüzden de kandırılmaya açıktırlar.

Yetim arketipine sahipseniz, kendinizi bir drama üçgeninin içinde bulabilirsiniz. Bu üçgende bir kurban, bir zalim ve bir de kurtarıcı vardır. Transaksiyonel analist Stephen Karpman tarafından tanımlanan drama üçgeninde “kurban” rolünü üstlenenler kendilerini mutlaka bir zulmeden yaratacaktır. Türkiye’nin tipik üçgeninde “dış güçler” bu zalimi temsil eder. Milletçe biz “dış güçlerin” ve “onların işbirlikçisi iç odakların” kurbanıyızdır. Ekonomimiz o yüzden kötüdür, gelişmemiz dış güçler tarafından engellenmektedir, zenginliklerimiz bu güçler tarafından bizden esirgenmektedir, dış güçler ülkemizi bölmeye ve parçalamaya ant içmiştir. Kurtarıcı ise devlet ve devleti temsil eden bir lider olabilir ancak.

Türkiye’de devlet aşırı koruyucu, baskıcı, toplumun kendi özerkliğini kazanmasını engelleyen bir ebeveyn rolündedir. Toplum Jung’un “bireyselleşme” dediği kendini gerçekleştirme aşamasına bir türlü geçemez. Jung’un ifadesiyle “içimizdeki tırtıl bir türlü kelebeğe dönüşemez.” Yetim, acıların çocuğu, çaresiz, muhtaç ve kurban rollerinde hep bir kurtarıcı peşinde koşar, kurtarıcı iddiasında olanlara biat ederek kendi yarattığı canavarlardan korumaları için onlara sığınır. Böylece her türlü istismara açık hale gelir.

Kore üzerinden örneklendirelim bu durumu. Güney Kore tarihiyle kıyaslarsanız, Türkiye’nin anlı şanlı, bağımsız bir geçmişe sahip olduğunu görürsünüz. Sürekli işgal altında yaşamış, her türlü zulmü görmüş, iç savaş yaşamış, ikiye bölünmüş bir ülkenin özerkliğini kazandıktan sonra, kısacık bir sürede nasıl olup da Türkiye gibi bir ülkeyi fersah fersah geride bırakarak geliştiğini iyi analiz etmek lazım. Kuzey Kore, içine kapalı, dünyadan kopuk, kaderi liderlerinin iki dudağı arasında korkunç bir yoksulluk içinde yaşarken; Güney Kore bugün dünyanın en büyük 11’inci ekonomisine sahip oldu. Küçücük bir ülke kısacık bir zamanda bunu başardı. İşte bunun nedeni Güney Kore’nin “yetim” arketipine teslim olmayıp kendi geleceğinin sorumluluğu almasıdır.

Jung’a göre “bireyselleşme” insan ömrünün ikinci yarısında başlar. 35-40 yaşından sonra tohum bitkiye, tırtıl kelebeğe dönüşmeye hazırdır artık. İnsan artık kendi tedavisine başlayabilir, eksiklerini tamamlar, çatışmalarını çözer, kendini tamamlayarak nihai amacına, yani olgunluğa, kişiliğin parçalarının bütünleştiği doruğa ulaşabilir. Ama bunun için önce kendimizle yüzleşecek cesarete sahip olmamız gerekiyor. İçimizdeki “yetim” gibi kompleksleri görüp onlara karşı oluşturduğumuz savunma davranışlarını bırakmamız gerekiyor.

Türkiye, umarım ikinci yüzyılında bunu başarabilir.