Dövecek doktor kalmayınca ne olacak?
Türkiye’de beyin göçü meselesi kendimi bildim bileli gündemdedir ama eskiden göç daha çok bilim dünyasından oluyordu.
Mesela Nobel ödüllü Aziz Sancar gibi bilim insanları, gençliklerinde Batı’ya gidip orada kariyer yapmış kişilerdi. Türkiye’de kendi alanlarında ilerleme şansı olmayan parlak zihinler, ABD’ye ya da Avrupa’ya gidiyordu. Bu insanlar çok da başarılı olup tüm insanlığa hizmet edecek işler yaptılar. Bunlara son örnek Covid-19’a karşı aşı geliştiren Özlem Türeci ve Uğur Şahin oldu.
Şimdi durum çok farklı. Önceleri olağanüstü yeteneklere kapılarını açarak onlardan faydalanan Batı, artık başta sağlık olmak üzere kalifiye işler için de “beyin” arıyor. Yaşlanan ve artan refah sonucu tembelleşen nüfusu nedeniyle, sağlık gibi zor koşullarda çalışmayı gerektiren bir alanda personel sıkıntısı yaşayan ülkeler, Türk doktorlarını ve sağlık personelini istihdam ediyor.
Almanya Federal Göç ve Mülteci Dairesi'nin temmuz ayına dair iltica başvuru rakamlarına baktığımızda, geçen yılın aynı dönemine göre Türkiye'den iltica başvurularının yüzde 202.9 arttığını görüyoruz. Bizim vergilerimizle eğitim alıp Almanya’ya hizmet etmeye giden bir nesil söz konusu artık. Üniversitelerde tüm gençler harıl harıl Almanca öğreniyor.
Sadece Almanya değil elbette, ABD, Kanada ve diğer Avrupa ülkelerine de gidiyor gençler. Sadece gençler de değil, geçmişteki beyin göçü hareketinden farklı olarak artık daha ileri yaştaki tecrübeli insanlar da göçüyor.
Eskiden yüksek öğrenim sırasında Batı’ya giden gençler, hayatlarını da orada kuruyordu. İşleri nispeten daha kolaydı. Şimdi tüm hayatını Türkiye’de kurmuş, evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş 30’lu, 40’lı yaşlarındaki insanlar tüm geçmişlerini, ailelerini, arkadaşlarını, alışkanlıklarını, bağlılıklarını geride bırakarak gidiyor. Ağlayarak vedalaşıyorlar yakınlarıyla, arkalarında evlat ve torun hasretiyle kavrulacak yaşlı insanları bırakıyorlar. Gerçekten büyük bir dram yaşanıyor.
Ağlaya ağlaya gidiyorlar çünkü geçinemiyorlar. Bugün doktor, mühendis, akademisyen maaşıyla bırakın ev almayı, kira ödemek bile zorlaştı. Kendileri iyi eğitimli bu insanların en büyük amaçları çocuklarının da iyi bir eğitim alması ama Türkiye’de kreş ücretleri 100 bin liradan başlıyor; bırakın orta öğretimin, yüksek öğretimin masraflarını. Çocuklarının geleceğini bu ülkede görmedikleri için gidiyorlar. Üstelik gidenlerin sadece seküler kesimden olduğunu sananlar yanılıyor, İsveç’e göç eden muhafazakarlar var.
Onurlu yaşam, her şeyden önce onurlu bir şekilde yaşayabileceğiniz ücretlerle mümkündür ama söz gelimi doktorlar için sadece ücret de değil sorun. Sürekli sözlü veya fiziksel şiddete maruz kalan ya da kalacağı korkusuyla diken üstünde çalışan doktorlar ve diğer sağlık çalışanları, onurlu bir hayat yaşayabilir mi böyle bir ülkede?
Şu son seçimin şaşırtan sonuçları hakkında ipucu niteliği taşıyan bir sokak röportajını hatırlatmak istiyorum. Doktor dövmekle övünen bir vatandaşımız izleyenleri şoke etmişti. İktidarı savunan kadın ne diyordu: “Şu an doktorları beğenmiyoruz doktor dövüyoruz. O rahatlıktayız. Daha bunun ötesi mötesi yok.”
İşte tencerenin hükümet devirme kabiliyetine fazlaca güvenenlerin göremediği şey iktidar gücünden kaynaklanan “manevi kazanç” idi. Bu vatandaş yıllarca kendini ikinci sınıf hissetmiş, “elit” doktorlar karşısında ezilip büzülmüş ve şimdi doktor döverek kendini birinci sınıf hissedebiliyor.
Sadece seçim kazanmak için değil, ülkeyi bu tuhaf durumdan çıkarıp normalleştirmek için de muhalefetin bu insanlara ulaşması ve onları kendi çocuklarının doktor olabileceği bir gelecek tahayyülüne inandırmaları gerekiyor. Doktor döverek değil, doktor yetiştirerek birinci sınıf vatandaş olmaya ikna edebilmelisiniz insanları.
Aksi takdirde hep birlikte kaybedeceğiz. Çocuğunuz hastalandığında döve döve kaçırdığınız doktorların boşalttığı hastanelerde kim onları tedavi edecek? İstediğiniz kadar büyük hastaneler yapın, içinde doktor olmadıktan sonra kim şifa bulacak?
Bizim önce ruhen şifalanmaya ihtiyacımız var.