Kanaat-bir testi su
Çöl ortasında fakir bir bedevî, çadırında hanımıyla oturuyordu. Bir gece hanımı: “–Bütün yoksulluğu, cefâyı biz çekiyoruz. Herkesin ömrü bollukla geçiyor. Sadece biz fakiriz. Ekmeğimiz yok, katığımız üzüntü, suyumuz gözyaşı. Gündüzün elbisemiz Güneş, geceleyin döşek ve yorganımız Ay ışığı. Açlığımızdan dolunayı okkalık ekmek sanarak, gökyüzüne saldırıyoruz. Yoksulluktan dolayı havada uçan sineğin damarının kanını emmedeyiz. Bizim hâlimiz ne olacak böyle?” diye dert yandı.
Bedevî şöyle cevap verdi: “–Be kadın, daha ne zamana dek dünyâ malını arayıp duracaksın? Şu dünyâda ne kadar ömrümüz kaldı? Akıllı kişi rızkın azına çoğuna bakmaz. Çünkü ikisi de gelip geçicidir, sel gibi akıp gider. Bilesin ki, gönüllerimizdeki dünyâ keder ve gamları, hep bizim varlığımızın ihtiras tozundan, hırs bataklığından meydana gelmektedir. Allâh’ın mülkünde yaşıyoruz. O’nun verdiği rızıklarla merzûkuz. Kanaatten daha güzel bir zenginlik olabilir mi? Bu böyle, şu şöyle demek, şeytanın içimize düşürdüğü kuruntu ve vesveselerden başka şeyler değildir.
Ey hanım! Bolluğa alışmak kadar kötü bir şey yoktur. Çünkü alışılmış şeylerden firâk, çok güç olur. Bedenine tapan, yâni nefsinin her arzusunu yerine getiren kimsenin canı tatlılaşır, günü geldiğinde teslim ederken çok zorluk çeker. Sen bunu idrâk et de, başıma gelecek olanı zorlaştırma!
Ey hanım! Gençken daha kanaatkâr idin, yaşlandın hırsın arttı. Altın istiyorsun; hâlbuki önceden altından daha kıymetliydin sen. Eşin, benzerin yoktu. Ne oldu sana ki, bu hâlini terk ettin de fânî ve gel-geç şeylerin isteğine düştün?..”
Hanımı bunları dinlemiyor, üstelik öfkesi arttıkça artıyordu. Devamla: “–Ey nâmustan gayri bir şeyi olmayan adam! Artık senin yaldızlı sözlerinden bıktım. Hâlimize bak da utan! Bana kanaatten bahsediyor ve gururlanıyorsun. Ne vakte kadar bu çalım? Sen kanaatten ne vakit canını nurlandırdın? Sen açlıktan havadaki çekirgenin damarını vurmaya çalışırken, nasıl olur da, bey ve paşalarla adım atmaya kalkışabilirsin? Bana öyle horlukla, kötü kötü bakma ki, senin damarlarında nelerin dolaştığını, içinden ne kötülüklerin geçtiğini söylemeyeyim. Gâfil kurt gibi üstüme atılma! Senin gibi, insanı utandıracak bir akla sâhib olmaktansa, akılsız olmak daha iyidir.” dedi.
Kocası sükûnetle cevap verdi: “–Sen kadın mısın, yoksa keder kumkuması mı? Yoksulluğumla ben iftihâr ederim. Başıma kakma! Mal, mülk ve para, başta külâh gibidir. Külâha sığınan keldir. Zengin, kulağına kadar ayıp içine dalan kişidir ki, malıyla ayıbını örter. Yoksulluk, senin anlayacağın şey değildir; peygamberlerin ve velîlerin nîmet bellediği fakirliğe hor bakma! Bu fakr hâliyle Rabb’ime daha yakın olup bambaşka bir ganîmete nâil oluyorum. Allah göstermesin, benim dünyâya karşı tamâhım yok. Gönlümde, kanaatten bir âlem var. Ey kadın! Kavgayı, darılmayı bırak! Bırakmayacaksan, hiç olmazsa beni bırak! Benim kavga etmeye mecâlim yok. Savaşlar şöyle dursun, gönlüm barışlardan bile ürkmekte. Susacaksan ne âlâ, eğer susmazsan, şimdi evimi barkımı bırakır, kuru başımı alır giderim!..”
Kadın, kocasının bu ayrılık sözleri üzerine ağlamaya başlayarak gözyaşlarına büründü; pişmanlık gösterdi. Benliğini bırakıp yokluk yoluna düştü de kocasına nedâmetle:
“–Ben hanım değil, senin ayağının toprağıyım. Bedenim, canım, varım ve yoğum hep senindir. Senin için bir kere değil, her nefeste tekrar tekrar ölmek isterim. Senin bana söylediğin şeyler karşısında artık candan da tenden de vazgeçtim. Niçin ayrılıktan söz ediyorsun? İşte îtirâzı ve kınamayı bir kenara bıraktım; candan özürler diliyorum. Meğer senin padişahça huyunu tanıyamayıp sana küstahlık etmişim. Ama şimdi büyük bir pişmanlıkla sana boynumu uzatıyorum; istersen vur, istersen ayağının altına al beni!..” dedi.
Ardından içli hıçkırıklarla ağlamasına devam etti. O gözyaşı yağmuru arasında bir şimşek çaktı. O şimşekten, eşsiz ve vefâkâr bedevînin gönlüne bir kıvılcım düştü. Nihâyet bedevî, karısının gözyaşlarına dayanamadı, söylediklerine pişman oldu.
Onun şefkatli gönlünü kaplayan bu pişmanlığını sezen kadın, kocasına şu aklı verdi: “–Testimizde yağmur suyu var. Malımız mülkümüz de bundan ibâret. Bu testiyi al, git. Pâdişahlar Padişâhı’nın huzuruna gir, armağanını sun. De ki: «–Bizim bundan başka, hiçbir malımız mülkümüz yok, çölde de bundan iyisi hiç bulunmaz... Pâdişâhımızın hazîneleri varsa, bunun gibi suyu yoktur. Bu su, az bulunur...»”
Zavallı kadın, Bağdat’ın ortasından şeker gibi Dicle’nin akıp gitmekte olduğunu ne bilsin, testisindeki suyu övüp duruyordu. Kocası da bu övgüye katılmış: “–Kimin böyle bir armağanı olabilir? Gerçekten de bizim bir testi yağmur suyumuz ancak pâdişahlara lâyık!..” diyordu.
Bedevî, testisini bir keçeye sardı, ağzını sıkıca kapadı. Sırtına alarak Bağdat yoluna düştü. Testi kırılmasın, hırsızlar çalmasın diye gece gündüz gözü gibi koruyordu. Günler, haftalar sonra Bağdat’a geldi. Sora sora halîfenin sarayını buldu. Kapıya dayandı. Muhâfızlar ne istediğini sordular. Fakir bedevî:
“–Ey muhterem kişiler! Ben garip bir bedevîyim. Pâdişâhın lutfunu umarak çöllerden geldim. Bu armağanı sultâna götürün, pâdişahtan murâd isteyeni ihtiyaçtan kurtarın! Tatlı, lezzetli su. Çölde, yağmur sularından biriken gölden doldurulmuştur. Testim de güzel, yepyeni...” dedi. Halîfenin adamları, bu saf, tertemiz yürekli bedevîye önce gülecek oldular, sonra da onun bu iyi niyetlerle bezenmiş armağanını canla başla kabul ettiler. Bedevî, sarayın hemen altında gürül gürül akan Dicle’den habersiz, bekliyordu.
Bedevînin su testisi halîfeye sunulunca, halîfe bundan çok memnun oldu, bedevîyi huzûruna kabul etti. Bedevînin gönlünü aldı, yeni elbiseler giydirdi, sonra da adamlarına: “–Testiyi altınla doldurun, ona verin. Dönerken de onu, gemi ile Dicle yolundan götürün. O çöl yolundan gelmiş. Dicle yolu yurduna daha yakındır. Buradan memleketine dönsün!” emrini verdi. Bedevî gemiye binip Dicle’yi görünce büsbütün şaşırdı. Asıl şaşkınlığı ise, bu kadar suyu bol Dicle Nehri varken, halîfenin, bir testi çöl suyunu kabul etmesiydi. Allâh’a candan şükürler eyledi.
“Ey oğul! Bütün dünyâyı, ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil. Fakat bilesin ki bu ilim ve güzellik, zuhûru zâtının muktezâsı olan ve zuhûr etmemesine imkân bulunmayan Allâh’ın Dicle’sinden bir katredir. O gizli bir hazîneydi. Mârifetine muhabbet etti. Böylece o hazîne, pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhâr etti. Toprağı, göklerden daha parlak bir hâle getirdi. Gizli bir hazîneyken coştu; toprağı, atlas giyen bir sultan hâline soktu. O bedevî, Allâh’ın Dicle’sinden bir katreyi görseydi, hakîkatte bir deniz olan o katrenin önünde testisini atardı.”
Hikâyede bedevî aklın, karısı ise nefsin sembolüdür. Akıl ile nefis, devamlı mücâdele hâlindedir. Bunlardan her ikisi de topraktan yapılmış beden mülkünde otururlar. Gece gündüz devamlı kavga hâlindedirler. Nefsin sembolü olan kadın, bedenin ihtiyaçlarını ortaya döker, yâni şeref ister, mevkî ister, iltifat ister, giyecek ister, lezzetli yemekler ister. Zaman zaman da, bu ihtiyaçlarına çâre bulmak için türâbîleşir, tevâzu gösterir. Bazen yüzünü toprağa sürter, kendisini acındırır; bazen de büyüklük taslar, zirveler arar.
Aklın ise, bedene âit düşüncelerden haberi yoktur. Onun müfekkiresinde ancak Allah muhabbeti ve aşkı vardır. O, sevgiyi kaybederim korku ve hüznü içindedir.
Hikâyedeki halîfe, Cenâb-ı Hakk’ın ilminin sonsuzluk Dicle’sidir. Dicle Nehri’ne bir testi yağmur suyu götüren bedevî, bu işte mâzurdur. Çünkü o, Dicle’yi bilmiyordu. Çölde Dicle’den çok uzak bir şekilde yaşıyordu. Dicle’den haberi olsaydı, o testiyi çöllerde taşımaz, belki onu taşlara çarparak kırardı. Yâni « مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا » “Ölmeden önce ölünüz.” sırrına nâil olabilmek için kendisini nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesine tâbî tutarak ilâhî bir muhâsebe içinde Dicle’den haberdâr olmaya çalışırdı.
Nefsi temsil eden kadınla, aklı temsil eden bedevî, bilmiyorlardı ki, asıl kıymet ve ilâhî lezzet, vücûd testisindeki irfan suyundadır. Bu da, ancak mârifet deryâsından nasîb almaya bağlı bir keyfiyettir. Diğer taraftan hikâyedeki “Halîfe Kapısı”, “Dergâh-ı İlâhî”yi temsil eder. Mü’min her ne kadar ilim, irfan, mal-mülk ve ibâdet sahibi olursa olsun, bu meziyet ve imkânlarına aldanmamalı ve güvenmemelidir. Bu değerlerin hepsini Rabb’inin lutfu bilip, şahsî amellerinin de, Dicle’nin yanında bir testi su olduğunu unutmamalıdır.
Bedevînin çölde binbir çile ile biriktirip Halîfe’ye takdîm ettiği bir testi su, kendisi için çok kıymetli bir hayat iksîri idi. Hâlbuki Dicle’nin içine dökülünce kaybolup gitti. (1)
- Mesnevi Bahçesinden Bir Testi Su, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları-Altınoluk Dizisi-20, Istanbul 1996. Bu ibretli yazıyı KANAAT hakkındaki bir şiirimizle tamamlayalım;
KANAAT TÜKENMEZ HAZİNE
Ahlâk’ı memdûha’dan, ne güzel huy kanaat
Kanaat eden bulur , huzur dolu bir hayat
Tebşîr eder yüce dîn , kanaatkâr bir zâtı
Hem de va’âd eyliyor , pek büyük mükâfatı
Müjde-i Nebevî’ye , mazhar olmayı diler
Kısmete râzı olan , ârifan ve âkiller
Kalben mutmaîn olur , elbet ehl-i kanaat
Ferah esenlik bulur , her deminde her saat
Ey oğul şu cihanda , gınâ bulmak dilersen
Kanaat eyle dâim , sakın hırs’a düşme sen
Aç gözlüler kaybeder , her bir işde iz’ânı
Pek çok hasâret bulur , hem haris bir insanı
Hırs, daim kaybettiren , insana bir illettir
Gayra ayak öptüren , pek acı bir zillettir..
Ey oğul maksût için , haris olmak nafile
Her ne metâ istersen , kanaat ile dile..
Aman hatâya düşme , sen derd-i mâişet’ten
Hırstan içtinâb eyle , kaçın elîm dehşetten
Hırs-ı dünya’dan çoklar , gafletle ser-mest olur
Hasenât’ı terkedip , bir metâ-perest olur
Yazık nazardan gider , hayât-ı uhreviyye
Heyhat ki heder olur , pek çok rükn-ü diniyye
‘Kanaât hazine’si , hayr eder âkibeti
Ayândır arifân’a , hazine’nin hikmeti
Kanaatla meşbû’dur , ehli kerem ve vicdan
Onlara şâyestedir , sahâvet ile ihsan…..
Hikmet Erbıyık, 09.05.2020 , Sünbül Sinan Dergahı
Lügatçe: Ahlâk’ı memdûha: Yüksek ahlak, methedilmiş övülmüş ahlak, ahlakın üst seviyesi
Tebşîr: Müjdeleme, beşaret verme
Mutmaîn: Kalben bir konuya tam inanmış, inancında şüphe olmayan, katıksız saf inanç hali, Ehl-i kanaat : Kanaat sahipleri , Gınâ: Zenginlik , servet
İz’ân: Anlayış, kavrayış, ferâset, İtâat, inkıyat, bilme, kavrama,…
Hasâret: Başarısızlık, olumsuz sonuç, hayal kırıklığına uğrama , Haris: Hırs sahibi, hırslı, aç gözlü
İllet: Hastalık, dert, bela
Gayr: Başkaları , diğer kişiler , Zillet: Başarısız kalıp hasmına boyun eğme, düşmanı karşısında utanç verici, alçaltıcı bir duruma düşme
Metâ : Mal, mülk, servet, zenginlik
Derd-i mâişet : Geçim derdi, geçim zorluğu
İçtinâb : Uzaklaşma, bir şeyden vaz geçme, bir şeyden bir konudan uzak durma , Elîm: Elem verici, acı veren , Ser-mest : Başı dönmüş, içki veya başka bir uyuşturucu ile kendinden geçme, gurur sebebiyle akli dengesini istikametini kaybetme
Hasenât : Hayırlar, güzellikler, hayırlı ameller, hayırlı işler, güzel ahlak ile kazanılan mertebeler,…
Metâ-perest : Sadece dünyevi mallara düşkün, sadece dünya zenginliğini düşünen, dünya malını kazanmayı asıl amaç edinen,..
Hayât-ı uhreviyye : Ahiret hayatı, ölümsüz sonsuz hayat
Heyhat: Yazık ki esef verici ki , Heder :zayi olma, bozulma, boşa gitme,..
Rükn-ü diniyye: Dinin temel hükümleri, dinin temel şartları, İslam’ın emrettiği farz olan ameller,..
Âkibet : Bir şeyin sonu, bir olayın hadisenin sonu
Ayân: Açıkça anlaşılır şekilde, kolayca anlaşılır şekilde, açık besbelli,
Arifân: Arif kişiler, öncelikle Cenab-I Hakk’ın rızasını kazanmayı amaçlayan kişiler, Allah CC dostları,
Meşbû: Dopdolu hâle gelmiş, dolmuş, dolu,.. Ehli kerem ve vicdan : Yüksek ahlak sahipleri, cömertlik fazilet sahipleri,..
Şâyeste: Layık, muvafık, kişinin şanına layık, kişinin vasfına uygun ,
Sahâvet: Yüksek cömertlik sahibi, başkalarına ihsan etmeyi seven , yardım etmeyi seven, zengin gönüllü,…. İhsan: Bağışlama, Sunma, başkasına yardım etme , …..