Oburluk çağında yolculuk

Bir dönem sevgili ağabeyim Selahattin Ensar Komut ile birlikte kısa sahaflık maceramız oldu. Hem sürekli gündemimizde bulunan kitaplarla uğraşıyor olmak, hem de ticari bir deneyim için böyle bir işe girişmiştik o dönem.

Kendi kütüphanemizde gözden çıkarttığımız kitapların yanında internetteki mezatlardan kelepir fiyata düşürdüğümüze inandığımız kitapları alıyor, pazarlıyorduk. Sefine Sahaf, bizim için bir dönem güzel bir anı olmuştu.

O tarihlerde, muhtevasına ve yazarına bakmadan, ismi hoşuma giderek aldığım kitaplardan bir tanesiydi Oburluk Çağı. İçerisinde felsefe ve politik psikoloji denemeleri bulunan eserin yazarı bugünlerde Boğaziçi Üniversitesi’nde Doçentlik yapan Yıldız Silier hanımefendi.

Yıldız hanımın kitabı, şekil şemal ve konu başlıkları olarak ilk elime aldığımda oldukça hoşuma gitmişti. Ne var ki, yazarın diline ve anlattığı meselelere o zamanseviyem yetmedi veya kitabın nasibinin o günler olmaması dolayısıyla çabuk elimden düşen kitaplardan olmuştu.

Geçtiğimiz günlerde evde kitapları karıştırırken yine denk geldik kitapla. Özellikle kitabın kapağındaki politik psikoloji vurgusu, bu sene Psikoloji 2.sınıf öğrencisi olarak aldığım “Politik Psikoloji” dersinden mülhem aramızda bir çekim oluşturdu.

Kitabı incelerken, henüz başında önceki sahibi tarafından altı çizili şöyle bir cümleye denk geldim:“Belki de çağımızda sorun, çocukluğun yitirilmesi değil de, tüketim toplumu yoluyla şehirlerde yaşayan orta-üst sınıf insanların büyümesinin engellenip, istediğini elde edemeyince yaygara koparan ve her yola başvuran şımarık çocuklar olarak yaşamaya mahkum edilmesi.

Öte yanda, yoksulluk nedeniyle berbat koşullarda çalışmak zorunda kalan ve kocaman gözleriyle görmüş geçirmiş, yetişkinler gibi bakan çocuklar. Sürekli sıkılan ve yeni oyuncaklar talep eden obur büyükler ile hiç oyuncağı olmayan, zamanından önce büyümüş aç çocukların aynı dünyada bambaşka hayatlar yaşaması, bu sitemin çelişkilerine dair trajik bir kare… ”

Tam olarak şöyle değil mi, esas oğlan tiradını söyler, sigarasından bir fırt çeker. Karşısında ondan bu çıkışı beklemeyen kişi dolu gözlerle ona bakmaktadır. Sahne sessizlikle kapanır…

Büyüyemeyen çocuklardan mısınız? Obur büyüklerden…?

Zamanından önce büyüyen aç çocuklardan mısınız yoksa?

Burada aslında şöyle bir niyetimi açık edeyim. İnşallah yazı dizisi üslubunda kitap ve konular ilerledikçe bu meselenin zihnimde canlandırdığı konulara ve kavramlara ışık tutmak istiyorum. Oldukça bereketli bir alan.

Obur büyüklerin hayatlarından çekilmiş kanaati mesele etmemiz lazım biraz. Biraz kapital hayatın ruhlarda açtığı yaraları/yaralarımızı, büyüyememiş olmalığı, hayatın derinlikli yaşanamamasını, gittikçe değerlerin hayatlardan çekilmesini, bereketi ve hakikati biraz da…

Hemen birçoğu, kavram haritaları aracılığıyla meseleyi değerlendirdiğimizde, birbirilerine sebep-sonuç olmaları, ortak paydalarda dolanmaları ile birbirine bağlanıyor meseleler.

Bunların arasında yola çıkmak istiyorum. Bunda ne kadar mahir olabilirim bilmiyorum ama o yollarda dolanmayı seviyorum. Yol boyunca bana dair meselelerin temessül ediyor olduğunu görmek son derece keyif aldığım bir iş.

Biraz da şu, ayrı bir yazının konusu yapmayı düşündüğüm İsmet Özel’in Bir Yusuf Masalında geçen ve zihnimde sürekli tekrarlanan dizeleriyle : “Eskiler iz sürerdi./ Biz muttasıl arıyoruz yeni insanlar.” İz sürmek… Arıyor olmak…

Bu niyetle, yola çıktık. Gerisi ya nasip…