UBÛDİYYET: Zâhirî ve bâtınî açıdan Allah’a tam kulluğu ifade eden tasavvuf terimi

Dr. Hikmet Erbıyık

Dr. Hikmet Erbıyık

Tüm Yazıları

İslâmî literatürde insanın Allah’a karşı hürmet, tevazu, sevgi ve itaatini göstermek, rızasını elde etmek niyetiyle ortaya koyduğu dinî içerikli davranışlar için ibâdet, hayatını daima Allah’a karşı saygı ve itaat bilinci içinde sürdürmesi şeklindeki kulluk duyarlılığı için de ubûdiyyet ve ubûdet kelimeleri kullanılmıştır. İbadette belirli fiilleri yerine getirme öne çıkarken ubûdiyyette bu fillerle kazanılan hal, ahlâkî ve mânevî öz ağır basmaktadır.

Tasavvuf kaynaklarında genellikle bu hal ve şuur üzerinde daha fazla durulmuş, ubûdiyyetin ibadetten üstün sayıldığı ileri sürülmüş, ibadetin gayesinin ubûdiyyet makamına ulaşmak olduğu belirtilmiştir. İbadetlerin daha çok bâtınî ve ruhanî özelliklerini ele alan sûfîler, ibadeti kulun yapmak veya yapmamakla sorumlu tutulduğu zâhirî davranışlardan ibaret görmeyip kulun ruhen kemale ermesine ve sonuçta Allah’a yakınlaşmasına vasıta olan kalbin her türlü amel ve halini ibadet kabul etmişler ve bu kapsamlı anlamı daha çok ubûdiyyet kavramıyla dile getirmişlerdir.

Bu anlamda sûfîler âbid ile (zâhirî ibadetleri yerine getiren) abd (zâhirî ve bâtınî açıdan kul) arasında ayırım yapmışlar, abdin ubûdiyyet sıfatıyla nitelenen kimse olarak âbidden üstünlüğünü savunmuşlar, Hz. Peygamber’e Kur’an’da abd ismiyle hitap edilmesini (el-İsrâ 17/1; en-Necm 53/10) buna delil göstermişlerdir.

İlk sûfîlerden Kuşeyrî’ye göre ubûdiyyet sûfîlerin makam ve hallerinden biridir. Kuşeyrî’nin er-Risâle’sinde adı geçen (s. 340-344) ilk dönem mutasavvıflarının ubûdiyyet hakkındaki görüşleri incelendiğinde terimin, kulun kulluğun gereği olarak emir ve yasakları yerine getirip varlık âleminde vuku bulan her şeyi Hak’tan bilmesi, irade ve tedbiri terketmesi, Allah’a zevk, muhabbet ve şevkle kullukta bulunması, sadece rabbi müşahede etmesi, kendisiyle ilgili konularda Hak’tan razı olması, diğer yaratılmışlara ve insanlara hoşgörü ile davranması ve kalben Hakk’a yönelip her an Hak ile meşgul olması, Hakk’ın dışındaki şeylere sabretmesi gibi halleri ifade ettiği görülmektedir.

Resûl-i Ekrem’in, “Dirheme kul olanın burnu yerde sürünsün, dirheme köle olan kahrolsun, kesesine esir olan hor ve hakir olsun” uyarısını (Buhârî, “Riḳāḳ”, 10) dikkate alan sûfîler, nefsini tezkiye etmeyip Hakk’a kul olmayan kişinin Hakk’ın dışındaki şeylere köle olacağını, kulluğa gerçek anlamda lâyık olanın ancak Allah olduğunu, “Ben cinleri ve insanları yalnız bana kulluk etsinler diye yarattım” âyetinde zikredilen (ez-Zâriyât 51/56) kulluktan maksadın Allah’ı bilmek (mârifetullah), bilmekten maksadın ise O’nu birlemek (tevhid) olduğunu belirtmişlerdir.

Tasavvufta ubûdiyyet hürriyet kelimesiyle birlikte ele alınmış, Allah’a kulluğunu her açıdan lâyıkıyla yerine getiren sâlikin dünyevî ve nefsânî her şeye yönelik kölelikten kurtulup mânevî hürriyete ulaşacağı ileri sürülmüştür.

Bu noktaya dikkat çeken Hallâc-ı Mansûr hür olmak isteyenlere ubûdiyyeti tavsiye etmekte, kulluk görevlerini eksiksiz yerine getirenlerin bu görevleri ifa ederken hiçbir zorluk ve sıkıntı çekmeden hürriyetlerine kavuşacaklarını söylemektedir. Buna göre insanın Allah’a kul ve köle olmaktan başka çaresinin bulunmadığı, fıtratının bunu gerektirdiği, aksi takdirde mâsivâya, beşerî arzulara ve hırslarına teslim olacağı, bunun da kalp hürriyetine ters düşeceği vurgulanmaktadır.

Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre âriflerin en son makamı hürriyettir ve bu makama ulaşanlara “ahrâr” denir (Serrâc, s. 364). Muhyiddin İbnü’l-Arabî sûfîlerin, “Hürriyet kul ve köle olmayı talep etmektir” şeklindeki hürriyet-kölelik karşıtlığı üzerine kurulan tariflerini eksik bulur. Ona göre kul için hürriyet asla söz konusu edilemez. Çünkü gerçek kul âzat kabul etmeyecek şekilde Allah’a köle olan kimsedir. Kulluk insanın zatî vasfıdır. Bu anlamda hürriyet gerçekte Allah’ın hakkıdır ve kul Allah’a ihtiyaç duyduğu sürece mutlak anlamda hür olamaz. Ancak kul kulluk sıfatından çıkıp Hakk’ın sıfatlarıyla nitelendiğinde (Hakk’ın kulun gören gözü, işiten kulağı olması gibi) hürriyet makamından pay alsa bile bu durum onun hür ismiyle anılmasına yetmemektedir.

İnsan bu mertebede ancak “kul değil” şeklinde olumsuz bir nitelemeyle anlatılabilir. Bu ise insanı zatî sıfatı olan Allah’a kul ve köle olmaklıktan asla çıkarmaz. Zira insan âlemdeki bütün varlıklar gibi Allah karşısında mutlak bir zillet ve muhtaçlık içerisindedir (el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye, II, 502-503).

Kulun hürriyetinden bahsedilecekse bunun yalnız mâsivâya yönelik gerçekleşebileceğini söyleyen İbnü’l-Arabî’ye göre kulun mâsivâdan hür olması, “Şüphesiz kullarım üzerinde senin (şeytan) bir hâkimiyetin yoktur” âyetinde (el-Hicr 15/42) işaret edildiği gibi Hakk’ın dışındaki bütün otoritelerden ruhen âzâde olması, hiçbir şeyin kendisi üzerinde hak iddia edemeyecek bir mertebeye ulaşmasıdır.

Dolayısıyla mutlak kulluk uzlet, halvet, fakr, terk ve melâmet gibi hallerle gerçekleştirilen bir makamdır. İbnü’l-Arabî bu makamın kendisi için de gerçekleştiğini, bu makamda iken hiçbir şeye sahip olmadığını, sahip olsa bile hemen onu bağışlayarak ondan kurtulduğunu, mutlak kulluk (abdiyyet) makamının her mertebe ve hal gibi Hz. Peygamber’e ait bulunduğunu söyler. (1)

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Divan-ı Harb-i Örfi isimli eserinde kulluk ve hürriyeti şöyle tanımlar: “İnsanlar hür oldular, fakat yine abdullahtırlar.” Bu ifade, insanların fıtraten ve yaratılış itibariyle birbirlerine karşı hür olarak yaratıldığını, fakat Allah'a karşı kulluğun da insanın mahiyetinde bulunan sıkıntılarına karşı bir dayanak noktası ve ihtiyaçlarına karşı bir isteme adresi araması bakımından fıtri olduğunu ilan eder. Yani insan ne yaparsan yapsın, bütün dünyanın sultanı ve zahiri sahibi olsa da, yine Allah'ın kulu olmaktan kurtulamaz. (2)

TDV İslâm Ansiklopedisi, 42. Cild, sayfa 33-34, İstanbul, 2012.

Divân-ı Harb-i Örfi Müdâfa’ası,Hakikat, 11 Mayıs 1325/24 Mayıs 1909, Istanbul.

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/divan-i-harb-i-orfi/32