Yaz dersleri

8-5 buçuk işimden geldim. Bu havalarda evde durulmaz deyip atladım arabaya.

Biraz tepelere tırmandım.

Kamp sandalyemi açıp, soğuk kahvemi yudumladım.

Ufka baktım, bilgisayarımı açtım…

“Yaz aylarında gündüzler uzar. geniş gün düzlükleri kişinin dört nala dünya işleri için koşturabilmesine imkân verir.

Bu verdiği imkana karşılık, mayalanma imkanını ise elimizden alır.

Akar su gibi, akışkandır.

Koşturmalar, sürekli gündemlerimizi yoğurur.

Haliyle düşüncelerimizin ve deneyimlerimizin yüzeyde kalmasına sebebiyet verir.

Forvetsiz bir takım gibidir.

İleri taşınan her top, hızlıca geri dönecektir.

Oyalanmalıdır.

HİLMİ YAVUZ’UN DEDİĞİ GİBİ

Öte yandan bu yaz günlerinin tefekkür için çok müsait zamanları da vardır.

Mesela ikindi sonraları…

Alabildiğine renk cümbüşleriyle birlikte günün akşamlıyla yüzleşiriz evvela.

Günün geçmesi, ömrün geçmesi, günün akşamlığı ve insanın ölümlülüğü…

Hilmi Yavuz’un söylediğiyle “Gün akşamlıdır devletlim… Elbet biz de ölürüz”

Durdurur bizi birden.

Düşünceler bir durum hikayesi.

Bir ihtiyarın, bu ömrü nasılda yaşayıverdik demesi gibi, bugün ne yaptıydık mayalanmasına imkan tanıyan bir zaman odası oluverir birden…

RÜZGARDAKİ SIRLI ŞEYLER

Günün sıcaklığını kovmaya çalışan bir rüzgar da varsa, mümkünse ufka bakabileceğiniz bir mekan ve biraz da obur iletişimden kopabildiysek, işte o dem kendimizi atabiliriz derin düşüncelerin koynuna.

Rüzgarda sırlı bir şeyler olduğunu hissederim.

Rüzgar, benim için büyük küçük, nice nebatatı zikre kaldıran bir zakirbaşıdır.

Kainatın hal diliyle zikrinin, en açık en bariz şeklidir.

İnsanda ister istemez Rabbini zikretme gerekliliğini hatırlatır.

Şükür sebebidir.

Öte yandan ferah bir mekan, geniş gün düzlüklerinde koşturan insana yavaşlama ve soluklanma imkanı verir.

Hayatın o gününü dolduran her türlü kaotik gündeminin zihnini yoğurmasında kaçınmadır.

Gündemleri seçip asılları talilerlerinden ayırma imkanı verir.

Bir anlamda bir gürültüyle dolu bir odadan dışarı çıkmadır.

UÇAKLAR VE KUŞLAR

Ve göğe bakarız…

Bulutların yolculuklarını görmek, gittikleri yörelere dair bir merak uyandırır zihnimizde. Bulutları yararak geçen, arkasında bıraktığı tortusuyla uçaklar ile kanatlarını açmış süzülen kuşların arasında bir çatışma sahası oluşur.

Uçaklar mekana meydan okurlar belli halleriyle.

Her şeye rağmen belirlenmiş rotalarından sapmadan, altlarındaki bulutların taşıdıkları öfkeye, ya da güneşin altındaki bir mazluma taşıdığı merhamete takılmazlar.

Kuşlar ise mekandan bağımsız hareket edemezler. Yağan yağmurun tanesi de temas eder onlara, yakıcı bir güneşin ışınları da.

Etkilenirler.

Haliyle bizi daha fazla etkilerler. (Tam burada Ömer Karaoğlu’ndan Kuşlar parçası çalmaya başlar…)

Ama ikisine de bakmak, insanda bir ufuk açar, yol iştiyaki oluşturur.

Bedenimiz toprağın üzerinde kalakalırken, gitmektedir düşlerimiz, dört nala.

Kah bir at üstünde Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarına, kah bir bulutun tepesinde kuş uçmaz kervan göçmez bir dağ başı tekkesine…

Kah Souad Massi’nin bir tınısıyla kendisini Tanca kıyılarına, kah Li Beyrut çalarken garip Beyrut’a…

Bir yaz dersinden, hissemize düştüğüdür… Daha kaç yaz dersi nasip olur acep “Dilsiz bir elçinin rüyasında” hissemize?”

Yazı bitti.

Şair konuşmaya devam ediyordu:

“Rum’u ve Şam’ı karış karış gezdiğimi

sindi ve Endülüs’ü arşınladığımı

fransisken rahipleriyle

ve kalenderi dervişlerle

düşüp kalktığımı yaydılar ardım sıra,

padişah sofralarında şaraplar içip

eşkıya duldalarında av eti kemirdiğimi

ve elbet her şehirde bir dilber yüzünden

kıydığım canların yekununu anlattılar.

kendimden kalkıp kendime dönmekten

atımın paslandığını

ve sahtiyan çizmelerimin

yol düşleri gördüğünü

anlatmadım kimseye

kimse bendim, anlatmadım.”