Hz. Peygamber (sas) ve ashabının büyük bir titizlikle uyguladığı ehliyet prensibi (İşi Ehline Verme..), ne yazık ki sonraki dönemlerde aynı hassasiyetle korunamamıştır. Bu prensibe uyulduğunda toplumda huzur ve refah artarken, dikkate alınmadığında ise liyakatsiz kişilerin görevlendirilmesi, toplumda hoşnutsuzluk ve adaletsizliğe yol açmıştır. Bu sebeple, göreve getirilecek kişilerin hakkaniyet ve adalet ölçülerine dayalı objektif kriterlerle belirlenmesi son derece önemlidir.
Dinî bir kavram olarak ehliyet, kişinin sorumluluk üstlenme ve haklarını kullanma yetkinliğini ifade eder. Dinî sorumluluklar, bu yeterliliğe sahip olmayı gerektirir. Ehliyet, kişinin hem dinî hem de hukukî mesuliyetlerini yerine getirebilecek vasıflara sahip olduğunu gösterir. İbadet, evlilik, ticaret gibi sosyal, ekonomik ve hukukî sorumluluklar için ehliyet aranması da bu yüzdendir.
Yüce Allah, insanı ehliyet sahibi olarak yaratmış ve sorumluluk yüklemiştir. Bu durumu A‘râf Suresi’nde şöyle açıklar: “Hani Rabbin, Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk’ demişlerdi...” (A‘râf, 172). Bu ayet, insanın Allah’a karşı sorumluluğunun bir neticesi olarak hesaba çekileceğini vurgular: