Bir kitap

YASAK ÖLÜM. Philippe Aries’in“Batı’nın Ölüm Karşısındaki Tutumları” adlı kitabının son bölümünün başlığı bu. Bir araştırmacı ve tarihçi. Günlük hayat, çocukluk, ölüm gibi konuların tarihini anlattığı kitapları var.

Ortaçağ’dan 20. Yüzyıla, ölüm ile ilgili tutumların nasıl değiştiğini anlatıyor kitabında. Ölüm kavramı, yas ritüelleri ile daha özgür anılan ve daha uzun hayatımızın içinde konuşulan bir konu öncesinde. 19. Yüzyılın ikinci yarısında ise bir değişim başlıyor ve20. Yüzyılda da 1930-1950’lerde bir yerde devrim gibi bir şey oluyor ve “Yasak Ölüm” teması hakimiyet kuruyor hayatlarımızda diyor Aries.

“Bu değişim o kadar yavaş oldu ki, bu değişimi yaşayanlar bunun farkına bile varmadılar”

“20. yüzyılda, yaklaşık 30 yıllık bir süre içinde, geleneksel duygu ve düşüncelerle toplumu gözleyenlerin kayıtsız kalamayacakları, şimdiye kadar benzeri görülmemiş acımasız bir devrime tanık olduk. Eskiden her yerde varlığını hissettiren ve bu yüzden de tanıdık olan “ölüm”, silinip yok oldu. Utanç vermeye başladı, yasaklandı. “

Yası açığa vuran şeylerin itici kabul edildiği bir çağda, aslen bir ailenin kaybettiği kişinin üzüntüsü ve geride bıraktığı boşluk aynıdır. Ama bunu eskiden olduğu gibi kalabalık gruplarla, uzun süre paylaşamaz. Hatta duygularına hakim olmaması marazi bulunur. Bu acının daha az olmasını sağlamaz ve yas tutanın yalnızlaşması ile sonuçlanır. Orta Çağ ve 19. Yüzyılda, uzun süren yas ritüellerinin ardından dul kalan kadınlar ve erkekler daha sıklıkla tekrar evleniyorlarmış diyor Aries’in kitabında atıf yaptığı Gorer. Oysa şimdi, tek başına gizlice yas tutmak zorunda olan dul insanlar, daha az bir ömür sürüyor ve birkaç yıl içinde ölenlerin sayısı çok daha fazla eskiye göre diyor Gorer.

20. Yüzyılda ölümün hızlı bir şekilde insanların hayatlarından uzaklaştırılmasını sağlayan önemli bir unsur da hastanelerdi.

Hastaneler Orta Çağ ve 19. Yüzyıl boyunca hac yolcuları ve yoksullar için sığınakmış. Herkesin evinde ölümü karşıladığı bir süreç, hayatın akışını fazla durdurmasın isteği ile hastanelerde son bulmaya başladı diyor Aires. Elbette hiçbirimiz sevdiklerimizi hastaneye ölmesi için yatırmayız, hep oradan çıkmaları ve sağlıklı bir şekilde hayat devam etmeleri için hastaneye yatırırız. Ama ölüm anı durdurulamayacak ise, onların pek çoğunun orada olmak yerine evlerinde olmayı istediklerine siz de kendi hayatınızda şahitlik etmişsinizdir. Ama iyileşirler belki umuduyla son anlarında onları hastanede bırakmak ve kapı dışında ancak vedalaşmak zorunda da kalmışsınızdır.

Doğu toplumları hala Batıda da olsalar, son anlarını evde geçirmek isteyen büyüklerini hastaneden çıkarmak istiyor. Ama bazen hastane protokolleri bile sizin elinizi kolunuzu bağlayabiliyor bu konuda. Batıda, evin ölmeye müsait bir yer olmadığı mesajlarıyla dolu bir süreç var. Hastanede ölüm ise, evdeki ölüm gibi, duygularınızı tüm şiddetiyle açığa vurabileceğiniz bir alan sunmuyor ölen kişinin yakınlarına.

Dövünmek, ağlamak, kederden bağırmak ayıplanıyor ve hatta neredeyse yasaklanıyor. Ölen kişi yalnız öldüğü gibi, keder içindeki yakınları da, duygularını saklamak ya da toplumdan gizli bir şekilde yaşamak zorunda bırakılıyor.

Aires’in kitabında bahsettiği gibi, yüzyıllardır, hatta binyıllardır fazla değişmeden kalan büyük ölüm sahnesinin, başına gelen bu oluyor.

Cenaze törenleri de, cenazeyi kaldırma işlemleri de en hızlı ve minimum şekilde yapılıyor. O kadar hızlı ki, ölen kişinin yakınları asla bu hıza ayak uyduramaz. Ama

Ölüm konusunda radikal bir devrim yaşanan ülkelerde, ölüler yakılır. Ölülerin yakılması ve küllerinin savrulması, yalnızca Hristiyan geleneğinden kopma arzusunu değil, batıda modernliğin de göstergesi olarak kabul ediliyor. Derininde yatan neden, Aries’e göre; ölünün bedeninden kurtulma, onu unutma ve yok etme isteğidir. Mezarlık ziyaretleri bu toplumlarda da devam ediyor ama örneğin tüm teşviklere rağmen ölülerin küllerinin konulduğu kapları pek ziyaret etmiyorlar. Ölüyü yakmak onu ziyaret etmeyi imkansız kılar. Modern yaşamda ölümle ilgili her şey, hayatın akışını ve mutluluğu engellediği için yavaşça hayatımızdan çıkarılırken, yas süreçlerinin kısacık tutulması, sadece yas tutanların o acıyı yalnız ve içe dönük yaşamalarına neden olur. Ya da belki baskılar yüzünden yaşayamamalarına…

Ve ölüme konan bu yasak, hem Gorer hem de Aires’e göre, çözülmesi gereken derin bir anlam taşır. Yasağın nedeni, ahlaki bir görev veya toplumsal yükümlülük duygusuyla üzüntü ya da sıkıntı doğuran şeylerden uzak durmak, en mutsuz anlarda bile mutlu görünerek herkesin mutluluğunu gözetmek, kısacası mutluluk ihtiyacı. EN ufak bir üzüntü belirtisi, mutluluğa karşı işlenmiş bir günah ve ona yöneltilmiş bir tehdittir modern ve post-modern toplumlarda.

Modern toplumun ölüme karşı tutumunun, yani mutluluğu korumak için ölüme konan yasağın, ilk defa 20. Yüzyılda Amerika’da çıktığı söylenebilir diyor Philippe Aries. Amerika’nın mutluluk çağının başlangıcında üstelik.

“Böylece, sanki her şey fani değilmiş gibi ya da sevdiklerimiz sanki hiç ölmeyeceklermiş gibi yaşanmaya başlandı. Bugün her ne kadar teknik olarak ölme ihtimalimizi hesaplıyor ve ailelerimizi zor durumda bırakmamak için hayat sigortası yaptırıyor olsak da, aslında ölümsüz olduğumuza inanıyoruz. Ne var ki hayatımız hiç de bu yüzden daha güzel değil!” diyen Philippe Aries;
“… teknolojiye dayanan kültürümüzün, sıradan insanların yüzyıllar boyunca ölürken Kader’e duydukları çocuksu güveni yeniden kazanmasının imkansız olduğunu sineye mi çekelim?” diye de soruyor…

Ölüm Yas Kitap

Philippe Aries YASAK ÖLÜM Gorer
Henüz bu içeriğe yorum yapılmamış.
İlk yorum yapan olmak ister misiniz?
Yorum yapmak için tıklayınız