Diriliş coşkusu veren ve ruhları okşayan demlerin faslı nesim-i nevbahar ve en tatlı hayallerle geçen yaz aylarından sonra ayakların tekrar gerçeklerle temas etmeye başladığı ilk aydır eylül…
Mevsimlerin insan hayatıyla benzer yönleri vardır. Çocuklukta, gençlikte insan hep
hayal kurar, “şöyle yapsam, böyle yapsam..” şeklinde. Bahar mevsimi insanın gençlik (şebabet) dönemini andırırken Yaz mevsimi insanın olgunluk dönemine benzer. Rüzgar gibi geçen bu dönemde birtakım düşüncelerini gerçekleştirmeye çalışır. Sonbahar ise artık kışın yaklaştığı, yani yolun sonunun göründüğü mevsimdir. Sıkıntılar, dertler bu dönemde başlar. Bu yüzden güz, hüzün mevsimidir. Bir başka deyişle “ağır ağır çıkılan merdivende eteklerin güneş rengi bir yığın yaprakla dolduğu bir mevsimdir hazan…Bahardan ve yazdan sonra gelen hüzün…
ÖMER VE RUM ELÇİSİ- Hz Peygamber’in nübüvvet güneşine doğrudan muhatap olan sahabeler ve iman nuru ile nurlanmış olan bir insan, kâinat kitâbının hulâsası, hilkatın nüsha-i kübrâsı hâline gelir. Rabb'ın, gören gözü, işiten kulağı olur. Elinden, dilinden ve gönlünden ümmet istifâde eder.
Mesnevi'de Hz. Ömer (r.a.) kıssası bu hâli ne güzel aksettirir:
"Rum elçisi, Medine-i Münevvere'ye siyasi bir görüşme için gelir. Halife Hz. Ömer’in sarayını sorar. Sorduğu kimseler:
ŞÜKÜR: Sözlükte “yapılan iyiliği bilmek ve onu yaymak, iyilik edeni iyiliğiyle övmek; minnettarlık” anlamındaki şükr terim olarak “Allah’tan veya insanlardan gelen nimet ve iyilikten dolayı minnettarlığını ifade etme, nimete söz ve fiille mukabelede bulunma, Allah’a itaat edip günah işlemekten uzak durmak suretiyle nimetin gereğini yapma” şeklinde tanımlanmıştır (Fîrûzâbâdî, el-Ḳāmûsü’l-muḥîṭ, “şkr” md.; Lisânü’l-ʿArab, “şkr” md.; Fahreddin er-Râzî, XIX, 86).
Kuşeyrî, tasavvufun önde gelenlerinin şükrü “derin bir saygıyla nimet sahibinin iyiliğini anmak” diye tarif ettiklerini belirtir (er-Risâle, II, 489). Türkçe’de Allah’a karşı minnettarlık için şükür, insanlara karşı minnettarlık için teşekkür kelimeleri kullanılır.
Şükrün karşıtı küfrdür (küfrân) (nimeti inkâr etme, nankörlük). Şükür hamd (övgü) kavramına yakın bir anlam taşımakla birlikte hamdin kapsamı daha geniştir. Nitekim bir kimse hem iyilikleri hem güzel nitelikleriyle övülür; şükür veya teşekkür ise sadece iyiliklere karşı gösterilen minnettarlığı anlatır (İbnü’l-Esîr, II, 493).
Adâlet, “davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak gibi mânalara gelen bir masdar-isimdir. Yine aynı kökten bir masdar-isim olan ve “orta yol, istikamet, eş, benzer, misil, bir şeyin karşılığı” gibi mânalara gelen adl kelimesi, sıfat olarak kullanıldığında âdil ile eş anlamlı olup aynı zamanda Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biridir (bk. ADL).
Adâlet, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde genellikle “düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu izleme, takvâya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık” gibi anlamlarda kullanılmıştır. İnfitâr sûresinin yedinci ve sekizinci âyetlerinde insanın fizyolojik ve fizyonomik yapısındaki uyum, âhenk ve estetik görünüm, adâlet kavramıyla ifade edilmektedir.
Başka âyetlerde de insanın ruhî ve mânevî yapısında bulunan ve İslâm filozoflarınca inâyet ve nizam kavramlarıyla açıklanacak olan denge (itidal) ve âhenk, adâlet kavramının şümulüne giren “ahsen-i takvîm” (bk. et-Tîn 95/4) ve “tesviye” (bk. eş-Şems 91/7) tâbirleriyle dile getirilmiştir. Şûrâ sûresinin on beşinci âyetinde, Hz. Peygamber’in adâlet sıfatını kazanabilmesi, daveti yani risâlet görevini yerine getirmesi, bu konuda insanların keyfî istek ve arzularını hesaba katmaksızın ilâhî emirlerin gösterdiği şekilde doğru olması ve Allah’ın daha önceki kitaplarda bildirdiği ebedî gerçeklere inanması şartına bağlanmıştır.
AHSEN-İ TAKVİM: İnsana Allah CC tarafından verilen en güzel ve en mükemmel biçim.
“Ahsen-i takvîm” ifadesi, “Andolsun ki biz insanı en güzel şekilde yarattık” (et-Tîn 95/4) meâlindeki âyette geçmektedir.
İnsanın ise, gelişmeye namzet yetenekleri önünde hemen hemen hiçbir sınır yok gibidir. Yürümeyi kendi çabasıyla, düşe kalka ancak öğrenen bu varlık, bir de bakmışsınız, milyonlarca yıldır yeryüzü semasında kanat çırpmakta olan kuşları birkaç asır içinde geride bırakmış, semânın hiç çıkılmayan yüksekliklerine ulaşmış, uzayın derinliklerinde uçup gitmiştir.
AAHDE VEFA-Sözünde durmak, sözüne sadık olmak, kendinden bekleneni zamanında tam olarak yerine getirmek anlamlarında olan ve Ayet-i Kerime ve Hadis-i Şeriflerle önemi pek çok defa vurgulanan 'Ahde Vefa' tabiri üzerinde aşağıdaki ibretli kıssayı okuduktan sonra yazının bitiminde bu konudaki duygularımızı şiirin dilinden ayrıca dinleyelim:
Değerli dostlarım, ibretli ve hikmetli bir hikayeyi paylaşayım bugün sizlerle.. İlgiyle okuyacağınızı umuyorum..
İslam Halifesi Hz.Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura, hışımla ve heyecanlı bir biçimde üç genç girer..
Gençlerden ikisi derler ki;
Ey Halife-i Mü'minin, bu aramızdaki kişi bizim babamızı öldürdü.. Allah için ne gerekiyorsa yerine getir!..
Bu söz üzerine Hz. Ömer suçlanan gence dönerek sorar;
Söyledikleri doğru mu?..
Suçlanan genç cevap verir;
Evet doğru..
Bu söz üzerine Hz Ömer yeniden sorar; anlat bakalım nasıl oldu?..
Genç adam anlatmaya başlar,,
Ben, bulunduğum kasabada hali vakti yerinde olan bir insanım.. Ailemle beraber gezmeye çıktık.. Kader bizi bu kişilerin bulunduğu yere getirdi.. Atım bu kişilerin bahçesinden meyve kopardı ve ben ne yaptıysam atımın meyveleri yemesine engel olamadım.. Bu kişilerin babası içerden kızgın bir biçimde çıktı.. Atıma bir taş attı.. Atım oracıkta öldü.. Bu durum nefsime ağır geldi.. Ben de bir taş attım.. Bu defa babaları öldü.. Kaçmak istedim, fakat bu kişiler beni yakaladı.. Durum bundan ibarettir..
Söyleyecek bir şey yok, der Hz. Ömer ve ardından ekler; "madem suçunu da kabul ettin, bu suçun cezası idam!..
Bu sözden sonra delikanlı tekrar söz ister ve başlar yine konuşmaya..
Efendim, bir özrüm var.. Ben memleketinde zengin bir insanım.. Babam, ölmeden önce bana epeyce altın bıraktı.. Gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım.. Şimdi siz bu cezayı infaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettiğiniz için Allah(cc) indinde sorumlu olursunuz.. Bana üç gün izin veriniz.. Ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim.. Bu üç gün içinde de burada yerime birini bulurum..
Hz. Ömer bir müddet düşünür.. Sonra da gence dönerek; "sen bu topluluğa yabancı birisin, yerine kalacak kimi bulabilirsin ki" der!..
Bu sözün üzerine genç adam etrafına bir göz atar ve birini işaret eder..
Bu zat benim yerime kalır, ey Halife-i Mü'minin" der!..
Gencin işaret ettiği zat, Peygamber Efendimiz'in(sav) en iyi arkadaşlarından ve daha yaşarken cennetle müjdelediği Amr İbni As'dır..
Hz. Ömer, Amr'a dönerek;
"Ey Amr.. Delikanlıyı duydun!.. Ne diyorsun" diye sorar!..
O yüce sahabe, sadece üç kelimeyle cevap verir;
Evet, ben kefilim!..
Ardından genç adam serbest bırakılır..
Üçüncü günün sonu gelmek üzeredir.. Bir başka deyişle vakit dolmaktadır.. Ancak gençten haber yoktur.. Medine'nin ileri gelenleri Hz. Ömer'e çıkarak, gencin gelmeyeceği, dolayısıyla Amr İbni As'a verilecek idam yerine maktulün diyetini vermeyi teklif ederler, fakat gençler razı olmazlar.. Hayır, babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz, derler..
Bunun üzerine Hz. Ömer kendinden beklenen cevabı verir..
Kefil babam da olsa fark etmez!.. Cezayı infaz ederim!..
Hz. Amr İbni As ise tam bir teslimiyet içerisinde konuşur;
Ey Halife, biz de sözümüzün arkasındayız.. Ölmeye hazırız!..
Bu arada kalabalıkta ani bir dalgalanma olur ve atını dört nal koşturan birisi insanların arasına dalar.. Atını durdurur.. Ve kemal-i edeple Hz. Ömer'in huzuruna çıkar..
Vakur bir ifadeyle;
İşte geldim ey Mü'minlerin Emiri, der!..
Hz. Ömer gence sorar; ey evladım, gelmeme gibi önemli bir nedenin vardı, neden geldin?..
Genç başını kaldırır ve (günümüz insan için belki pek de önemli olmayan) şu anlamlı sözü söyler..
"AHDE VEFASIZLIK ETTİ" demeyesiniz diye geldim!..
Adalet timsali Hz. Ömer başını bu defa Amr İbni As'a çevirir ve der ki;
Ey Amr!.. Sen bu genç adamı tanımıyorsun, nasıl oldu da onun yerine kefil oldun?..
Amr İbni As, vakariyet içinde ve izzetli bir biçimde ve de herkesin tüylerini diken diken eden o meşhur cevabını verir;
"Genç adam bu kadar insanın içerisinden beni seçti.. İNSANLIK ÖLDÜ dedirtmemek için kabul ettim!.."
Konuşma sırası bu defa diğer gençlere gelir..
Gençler gözyaşları içinde, "biz bu davadan vazgeçiyoruz" derler..
Bu sözün üzerine Hz Ömer sorar; biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz, ne oldu da vazgeçiyorsunuz?..
Gençlerin cevabı da düşündürücüdür:
"ŞU DÜNYADA MERHAMETLİ İNSAN KALMADI" demeyesiniz diye!..
Evet kıymetli okuyucularım.. Bu kıssadan alınacak pek çok hisse var..
Tabii anlayabilene ve alabilene..
Bugün kendimizi o gencin, o gençlerin ve büyük Sahabe Amr İbni As'ın yerine koyalım.. Ve kendi kendimize soralım; "acaba biz bu vefayı, bu hamiyetli duruşu ve bu erdemi gösterebilir miyiz?.."
Çok zor.. Hatta imkansız!..
Niye imkansız?..
Hz.Ömer gibi adalet timsali idarecilerin olmadığı bir dünyada yaşıyoruz da ondan imkansız!.. (1)
(1) Sami Özay-İşte Hayatımız- 21.06.2015
Ahde vefa konusundaki duygularımızı bir de şiirin dilinden dinleyelim:
A H D E V E F A
Ey oğul mahfûz eyle uhdende emâneti
Sakınıp kesb eyleme nefsinle hıyâneti..
Dâim sadakatla kal ahdinde beyânına
Udûl etme sözünden nefs-i nadân rağmına.
Kadim Elest Bezmi'nde Hakk'a verilen ahit
Çıkmasın yâd'ımızdan buna melekler şâhit..
Ne yüce bir haslettir ahde vefa her bir dem
Müjdelenmiş fazilet vefa ne alî erdem..
Daim tahattur eyle Muhammed-ül Emin'i
Asr-ı Saadet'teki Cennet-âsâ zemin'i..
Dinle savt-ı vicdân'ı sakın eyleme hâmuş
Gaflete dûçar olma etme ahdin ferâmuş..
Hikmet Erbıyık, 21.06.2023,
Lügatçe: Mahfuz : Koruma, korunma, Uhde: Üzerinde üstünde Kesb eylemek: kazanmak, elde etmek, Hıyanet: Hainlik, kalleşlik
Ahid-ahit: Söz , anlaşma, mutabakat, Udul: Ayrılma, terk etme, uzaklaşma
Nefs-i Nadan: İnsanı kütülüklere teşvik eden yanlışa yönlendiren nefis
Kadim: Çok eski, geçmiş zamanda
Elest Bezmi: Kur'anı Kerim'e göre Cenab-ı Hak bütün ruhları yarattığı zaman hepsine sordu: Ben sizin Rabbiniz Değilmiyim. Ruhlar cevap verdi: Bela evet sen bizim Rabbimizsin. İşte Ruhların topluca Rabbimize ahitte bulunduğu o meclise 'Elest Bezmi' denilir. Yâd: Hatırlama, akıl etme , düşünme Ahde vefa: Sözünde durma
Tahattur: Hatırlama, hatıra getirme Muhammed-ül Emin: İki cihan serveri yüze peygamberimiz Hz. Muhammed. Cennet-âsâ: Cennet gibi.
Savt-ı vicdân: Vicdanın sesi Hâmuş: Susma, suskunluk
Dûçar: Belli bir sıkıntıya düşmüş, belaya düşmüş
Ferâmuş: Unutma
Bir pınar fışkırır derinlerden. ‘’Ben bir nehir olacağım der’’ kendi diliyle. Yahut toprağa düşen bir tohum gibi dua eder büyümek için. Ve tıpkı taşı, toprağı yaran bir tohum gibi, önündeki engelleri aşarak, kendisine yollar yaparak ilerler pınarın incecik suyu.
Akar, fakat nereye aktığını, nereye gittiğini bilemez. Aldığı emrin şevkiyle, coşkusuyla akar sadece. Sonra başka pınarlarla buluşur. Önce ince ince akar dereler. Sonra coşarlar ve büyürler. Büyürler ve coşarlar. Coştukça güzelleşirler.
Ve kan damarları gibi sararlar yeryüzünü. Onlardan her biri gökteki bulutlar gibi koşar muhtaçların imdadına. Yer ve Gökler Rabbi’nin rahmetini müjdeler susamış nefislere.
ISTANBUL, 6 Nisan 1453'te başlayan kuşatma süresince yapılan bütün hücumlara rağmen düşmemişti. Şehir düşmemişti ama dört burç yıkılmış, birçok tabya yerle bir edilmiş ve surların büyük bir bölümü de harabe olmuştu. Surların önemli bir kısmı fıçı, çuval gibi malzemelerle doldurulmuştu. Geceyi gündüze çeviren top ateşleri sürekli devam ediyordu. Şehrin yiyecek teminini tamamen kesilmişti. Galata tarafındaki toplar Haliç'teki gemilere ateş açarak, panik yaratıyorlardı.
24 Mayıs'ta karadan ve denizden aynı anda yapılacak son hücumun tarihi olarak 29 Mayıs'ta belirlendi. Ancak İtalya'dan bir donanma ve Macaristan'dan bir ordunun İstanbul'a yardıma geldiği dedikodusu Osmanlı ordugâhında yayıldı. Yapılan toplantıda Veziriazam Çandarlı Halil Paşa ve onunla hareket eden birkaç vezir kuşatmayı kaldırıp, Bizans'ı vergiye bağlama fikrini ileri sürdü. Ancak Zağanos Paşa yayılan dedikodunun boş ve kötü niyetli bir uydurma olduğunu söyledi ve sonuna kadar devam edilmesi gerektiğini söyledi. Zafer kazanılmak üzereydi. Toplantıdan kuşatmaya devam kararı çıktı. II. Mehmed, şehri teslim ederse imparatora maiyeti ve hazineleriyle serbest geçiş teklif etti. Halka dokunulmayacaktı. İmparator, teslim teklifini reddedip, haraç vermek şartıyla kuşatmanın kaldırılmasını teklif etti.
İslâmî literatürde insanın Allah’a karşı hürmet, tevazu, sevgi ve itaatini göstermek, rızasını elde etmek niyetiyle ortaya koyduğu dinî içerikli davranışlar için ibâdet, hayatını daima Allah’a karşı saygı ve itaat bilinci içinde sürdürmesi şeklindeki kulluk duyarlılığı için de ubûdiyyet ve ubûdet kelimeleri kullanılmıştır. İbadette belirli fiilleri yerine getirme öne çıkarken ubûdiyyette bu fillerle kazanılan hal, ahlâkî ve mânevî öz ağır basmaktadır.
Tasavvuf kaynaklarında genellikle bu hal ve şuur üzerinde daha fazla durulmuş, ubûdiyyetin ibadetten üstün sayıldığı ileri sürülmüş, ibadetin gayesinin ubûdiyyet makamına ulaşmak olduğu belirtilmiştir. İbadetlerin daha çok bâtınî ve ruhanî özelliklerini ele alan sûfîler, ibadeti kulun yapmak veya yapmamakla sorumlu tutulduğu zâhirî davranışlardan ibaret görmeyip kulun ruhen kemale ermesine ve sonuçta Allah’a yakınlaşmasına vasıta olan kalbin her türlü amel ve halini ibadet kabul etmişler ve bu kapsamlı anlamı daha çok ubûdiyyet kavramıyla dile getirmişlerdir.
Bu anlamda sûfîler âbid ile (zâhirî ibadetleri yerine getiren) abd (zâhirî ve bâtınî açıdan kul) arasında ayırım yapmışlar, abdin ubûdiyyet sıfatıyla nitelenen kimse olarak âbidden üstünlüğünü savunmuşlar, Hz. Peygamber’e Kur’an’da abd ismiyle hitap edilmesini (el-İsrâ 17/1; en-Necm 53/10) buna delil göstermişlerdir.
ŞİFA: Dinî, ahlâkî ve bedenî hastalıkların tedavisi ve ilâcı anlamında bir Kur’an terimi.
Sözlükte “bir hastalığı tedavi etmek, hastayı iyileştirmek” anlamında masdar olan şifâ’ “hastalıktan kurtulma, iyileşme; ilâç” mânasında isim şeklinde kullanılır.
Sosyal bilimlerin bağımsız disiplinler haline gelerek kendi sistemlerini kurmaya çalıştıkları son devirlerde müfessirler Kur’an’ın şifa oluşunu, genellikle İslâm’ın fert ve cemiyetin istikamet ve ıslahı için getirdiği ilkeler temelinde sosyolojik bir bakışla açıklarlar. Buna göre Kur’an, İslâm’ın fert ve cemiyetin salahı için koyduğu kurallara bağlılığı engelleyen şehevî hastalıklarla kesin bilgiye ulaşmayı önleyen şüpheleri yok eden bir ilâçtır (Abdurrahman b. Nâsır es-Sa‘dî, I, 367; krş. Ahmed Mustafa el-Merâgī, XI, 122-123; XV, 82).
ŞİFA: Dinî, ahlâkî ve bedenî hastalıkların tedavisi ve ilâcı anlamında bir Kur’an terimi.
Sözlükte “bir hastalığı tedavi etmek, hastayı iyileştirmek” anlamında masdar olan şifâ’ “hastalıktan kurtulma, iyileşme; ilâç” mânasında isim şeklinde kullanılır.
Kelime mecazen “cehalet hastalığını giderme” anlamına da gelir (Lisânü’l-ʿArab, “şfy” md.; Kāmus Tercümesi, “şfy” md.). Kur’an’da şifa kelimesi türevleriyle birlikte dört yerde dinî-ahlâkî (et-Tevbe 9/14; Yûnus 10/57; el-İsrâ 17/82; Fussılet 41/44), iki yerde bedenî (en-Nahl 16/69; eş-Şuarâ 26/80) hastalıkların tedavisi ve ilâcı mânasında yer almaktadır. Bu âyetler Abdülkerîm el-Kuşeyrî’den nakledilen bir keşfe atıfla şifa âyetleri diye anılmıştır (Zerkeşî, I, 435-436). Bunların ikisinde (el-İsrâ 17/82; Fussılet 41/44) Kur’an’ın inananlar için, birinde ise (Yûnus 10/57) göğüslerde bulunan hastalıklar için şifa olduğu belirtilir. Son âyette şifa mev‘iza, hidayet ve rahmet kelimeleriyle birlikte ve onlarla yakın anlamda kullanılmıştır.
Birçok kültürler için yüzyıllardır süre gelen ortak görüşe göre Nisan ayında yağan yağmurun zirai mahsulat için bolluk ve bereket kaynağı olduğu ekinlerin en verimli şekilde büyüyüp boy atmasına sebep olduğu toplumda her kesim tarafından kabul görmektedir.
Her ne kadar zâhir manada yağmurun, yeryüzü sularının buharlaşarak semada su buharı şeklinde toplanan bulutların yoğunlaşıp soğuması sebebiyle meydana geldiğini biliyorsak da, bu, gözümüz önünde defalarca gerçekleşen bir yaratılış mu’cizesinden başka bir şey değildir. Yaratılış esnasında havada ve yeryüzünde bulunan birçok mineralle kudret-i Fatıra tarafından zenginleştirilip hayatî ihtiyacımıza imdat olarak gönderiliyor. (1)
Bu konu ile ilgili âyetler Kur’ân’da şöyle yer alır:
"Görmez misin ki Allah bulutları dilediği yere sürüklüyor. Sonra onları bir araya getirip üst üste yığıyor. İşte görüyorsun, bunlar arasından yağmur çıkıyor.”(2)
“Allah O’dur ki, rüzgârları gönderir de, bir bulut savururlar. Derken onu gökyüzünde nasıl dilerse öyle serer. Parça parça eder. Derken yağmuru görürsün. Aralarından çıkar. Derken onu kullarından kimlere dilerse döküverdi mi, derhal yüzleri güler.” (3)
Bediüzzaman Hazretleri bu âyetleri şöyle tefsir ediyor:
“Bulutlara bak. Yağmurun şıpıltıları mânâsız bir ses olmadığına ve şimşek ile gök gürlemesi boş bir gürültü olmadığına katî delil ise; hâlî bir boşlukta o acâibi icâd etmek ve onlardan âb-ı hayat hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtaç ve müştak zîhayatlara emzirmek gösteriyor ki: O şırıltı, o gürültü gayet mânidar ve hikmettardır ki; bir Rabb-i Kerîmin emriyle müştaklara o yağmur bağırıyor ki, “Sizlere müjde, geliyoruz!” mânâsını ifade ederler.” (4)
Rumî takvime göre Nisan ayı 14 Nisan’da başlar, 14 Mayıs’ta sona erer. Milâdî 14 Nisan, Rumi 1 Nisandır. Rumi takvime göre 7 Nisan’dan sonra Nisan ayının sonuna kadar, yani 13 Mayıs’a kadar yağan yağmura Nisan Yağmuru denilir.
Nisan yağmurunda diğer aylardaki yağmurlara nazaran daha fazla şifa ve rahmet değerleri yüklüdür. (5)
Hazret-i Enes’e (ra) ait senenin ilk yağmuru ile ilgili şöyle bir rivayet vardır: “Hazret-i Peygamber (asm) ile beraberken yağmur yağmıştı. Hemen başını ve elbisesini açtı ve buyurdu ki: “Yağmur Rabbimin yeni yarattığı ve indirdiği rahmettir.” (6)
Mevlânâ Müzesi’nde halen sergilenen 34 kilo ağırlığında bronz üzerine altın gümüş kakmalı bir Nisan Tası vardır. İlhanlı Hükümdarı Bahadır Han tarafından 14. Yüzyılda Mevlânâ Dergâhına hediye edilmiştir. Mevlevîler Nisan tası adı verdikleri bu taslara Nisan yağmurlarını toplarlar, dergâhı ziyaret edenlere ikram ederlerdi. Nisan yağmurunun birçok derde şifa olduğuna inanılırdı.
Esasen Nisan tası geleneği bir Selçuklu başşehri iken Konya’da bilinen bir gelenekti. İnsanlar Nisan yağmurlarını bu taslarda toplarlar, hastalara şifa olarak dağıtırlar, yapılan yemeklerin içine katarlardı. (7)
Atalarımız, “Nisan yağmuru: Altın araba, gümüş tekerlek” diyerek de, “Nisan karı” değil ama “Nisan yağmuru” için müjde veriyor. Çünkü nisanda yağan yağmur, ürünleri bollaştırır; çiftçiyi zengin eder, tüketicinin de yüzünü güldürür. Benzer şekilde dünya edebiyatında da nisan yağmurları üzerine şiirler yazılmış, bu yağmurların getirdiği bolluk ve sevinç hep dile getirilmiştir. Örneğin bir İngiliz atasözü de benzer şekilde “Nisan yağmurları, mayıs çiçeklerini getirir” demekte.
Yine atalarımız yağışın tipine, yani yağışın kar ya da yağmur olup olmamasına bakmadan, “Mart’ta yağmaz, nisanda dinmezse sabanlar altın olur” demişler. Bu durum da şöyle açıklanıyor: “Mart oldukça soğuk bir aydır. Bu ayda yağmurun yağması ürün için iyi değildir. Nisan ise havaların ısınmaya başladığı aydır. Bu ayda yağacak bol yağmur ürün için oldukça faydalıdır, verimi artırır ve çiftçiyi son derece memnun eder.” (8)
Bitkilerin, sebzelerin, hububatın, bağ ve bahçelerin bolca suya ihtiyaç duyduğu, bitki ve ağaçların çiçek tozlarının, polenlerin, reçine ve eterik yağlarının rüzgâr ve hava akımıyla atmosfere karıştığı Nisan ayında yağan yağmurlar yeryüzüne bolluk ve bereket getirir. Yağmurla birlikte havada uçuşan bitki ve polen tozları yeryüzüne iner.
Ayrıca Nisan yağmurları içinde kullanılabilir demir olduğu için çok faydalıdır. Nisan yağmuru altında ıslanan insanların kanında demir oranının faydalı biçimde artış gösterdiği gözlenmiştir. Bu sebeple Nisan yağmuru altında ıslanmak sağlık açısından faydalıdır. Peygamber Efendimiz (asm) tavsiye ettiği için de sünnet bulunmaktadır.
Bazı yörelerde Nisan yağmurunu eline, başına, bedenine sürmek, hatta kaplarda biriktirip içmek veya yemeklerde kullanmak bu sebeple mübalâğalı bir yaklaşım değil, isabetli bir tutumdur.
Ancak Nisan yağmurunun bu faydalı özellikleri, hava kirliliğinin olmadığı kırsal bölgeler için söz konusudur. Hava kirliliği yaşanan kalabalık şehirlerde havada asılı bulunan çeşitli karbon ve kükürt parçacıkları ile birlikte çok sayıda zararlı kimyasal madde zerrecikleri yağmur suyuna karışıyor ve yağmur suyunun özelliğini bozuyor. (9)
https://www.yeniasya.com.tr/suleyman-kosmene/bir-sifa-ve-rahmet-kaynagi-nisan-yagmuru_430381, Süleyman Kösmene,27 Nisan 2017-05.04.2023.
Nur Sûresi: 43 ,
Rum Sûresi: 48
Sözler, s. 613.
https://www.yeniasya.com.tr/suleyman-kosmene/bir-sifa-ve-rahmet-kaynagi-nisan-yagmuru_430381, Süleyman Kösmene,27 Nisan 2017-05.04.2023.
Müslim 2/615, Ebu Davut 5/3309.
https://www.yeniasya.com.tr/suleyman-kosmene/bir-sifa-ve-rahmet-kaynagi-nisan-yagmuru_430381, Süleyman Kösmene,27 Nisan 2017-05.04.2023.
https://www.hurriyet.com.tr/nisan-yagmuru-altin-araba-gumus-tekerlek-17567318, Mikdad Kadıoglu, Nisan 18, 2011-05.04.2023
https://www.yeniasya.com.tr/suleyman-kosmene/bir-sifa-ve-rahmet-kaynagi-nisan-yagmuru_430381, Süleyman Kösmene,27 Nisan 2017-05.04.2023.
On bir ayın sultanı olan şu geçen mübarek Ramazan-ı Şerif bu yıl çok latif bir tevafukla bolluk ve bereket mevsimi Nisan ayı başını da kapsayarak ruh ve gönül ülkemizi şenlendirip ihya etmiştir. Nisan ayı nasıl ki mahsulâtımızın bereketle büyüyüp neşv ü nema bulmasını sağlayan Nisan yağmurları ile birlikte gelmekte öyle de Ramazan-ı Şerif dahi ahirette sünbüllenecek salih amellerin neşv ü neması için sanki bir Nisan Yağmuru yani meşhur tabirle Ma-ü Nisan’dır. Şimdi gelin Nisan Yağmuru - Ma ü Nisan’ın faziletini şiirin diliyle birlikte terennüm edelim:
NİSAN YAGMURU
Müşfik bir nazar ki âleme bakan
Rahmet damla damla süzülüp akan
Nisan yağmur demek yağmurla Nisan
Toprağa hayatın can suyu akan
Rüzgârın salınan yelpazesinde
Mest olup havayı koklarız her an
Gönlümüz zevklerin en tazesinde ,
Ne hayat doludur yağmurla Nisan
Her ağaç baharın süslü gelini
Giyinir yeşilin en güzelini
Nisan yağmurları her nevbaharda
Toprağa indirir rahmet elini
Âvâre işleyip gider dünyadan
Rabbim nimet sunar şükretmez insan
Almaz nasibini bunca gınâ’dan
En güzel nimettir şu Mâ-ü Nisan..
Dünya bostânına can Mâ-ü Nisan..
Bahar zenginliği eyler nebeân..
Cennet bağlarına kimler uzanan
Nereden can bulur Gülşen-i Cinân..
Her sene bir ihsan Dâr-ı Bekâ’dan
Bâki bağiştan’a hem Mâ-ü Nisan..
Sâlih amellerle münbit bir bostan
Cennet’e fidanlık Şehr-i Ramazan…..
Hikmet Erbıyık, 02.04.2023, Güzelce.
Lügatçe: Müşfik:şefkatli, şefkatle kucaklayan
Âvâre : Boş gezen, işsiz güçsüz (kimse), aylak, başıboş, kararsız, şaşkın, perişan
Gınâ : Zenginlik , Mâ-ü Nisan: Nisan Yağmuru
Nebeân : Büyüme, boy atma, çıkma, kaynaklanma, neşet etme
Gülşen-i Cinân: Cennet’teki gül bahçesi
Dâr-ı Bekâ: Ebedi ahiret alemi, ölümsüzlük, ebediyet, ebedîlik, bâkîlik alemi
Yüce dinimizin ve sevgili peygamberimizin (SAV) bizlere istikametli ve doğru davranış için verdiği öğütlerin bir kısmı da davamızı tebliğde ve konularımızı başkalarına anlatmakta basit ve kolay yolu tavsiye etmemiz şeklinde beyan edilmiştir.
Enes (b. Mâlik) tarafından rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kolaylaştırın zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” (B69 Buhârî, İlim, 11).
Sözlükte “engellemek, hapsetmek; güçlü ve dirençli olmak” anlamlarındaki sabr kelimesinin ahlâk terimi olarak “üzüntü, başa gelen sıkıntı ve belâlar karşısında direnç gösterme; olumsuzlukları olumlu kılmak için gösterilen metanet” gibi mânalara geldiği, karşıtının ceza‘ (telâş, kaygı, yakınma) olduğu belirtilmektedir.
Bazı âlimler sabırla şükrün eşit değerde olduğunu ileri sürmüştür. Bu hususu geniş biçimde ele alan Gazzâlî (İḥyâʾ, IV, 135-141), “Şükür mü sabır mı daha faziletlidir?” sorusunu, “Su mu ekmek mi daha değerlidir?” sorusuna benzetir ve suya ihtiyacı olan için suyun, ekmeğe ihtiyacı olan için ekmeğin daha değerli olduğunu ifade eder. Bu soruya karşılık Cüneyd-i Bağdâdî, “Zenginin övülmesi varlıktan, fakirin övülmesi yokluktan dolayı değildir; her ikisinde de övgüye lâyık olan varlığın ve yokluğun hakkını verebilmeleridir” demiştir (a.g.e., IV, 138).
“Sabır imanın yarısıdır” meâlindeki hadisten hareketle (Hâkim, II, 446) imanın bu iki faziletten oluştuğu belirtilmiştir. Nitekim Abdullah b. Mes‘ûd, imanın iki kısımdan oluştuğunu, yarısının sabır, yarısının şükür olduğunu söylemiştir (Gazzâlî, IV, 66; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 110).
Sözlükte “engellemek, hapsetmek; güçlü ve dirençli olmak” anlamlarındaki sabr kelimesinin ahlâk terimi olarak “üzüntü, başa gelen sıkıntı ve belâlar karşısında direnç gösterme; olumsuzlukları olumlu kılmak için gösterilen metanet” gibi mânalara geldiği, karşıtının ceza‘ (telâş, kaygı, yakınma) olduğu belirtilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu kelimeler karşıt kavramlar şeklinde geçmektedir (İbrâhîm 14/21). Sabır akıl ve zekânın, ceza‘ âcizliğin bir ifadesi sayılmıştır. Buna göre, düşünen bir kimse haramlardan sakınma konusunda gösterilen sabrın Allah’ın azabına sabretmekten daha kolay olduğunu bilir. Sabır “nefsi telâştan, dili şikâyetten, organları çirkin davranışlardan koruma, nimet haliyle mihnet hali arasında fark gözetmeyip her iki durumda sükûnetini muhafaza etme, Allah’tan başkasına şikâyette bulunmama” şeklinde de tarif edilmiştir.
Gazzâlî sabrı “din duygusunun nefsânî arzu ve tutkuların baskısına karşı direnç göstermesi” diye tanımlar (İḥyâʾ, IV, 63). Bu tanım sonraki kaynaklarda da tekrar edilmiştir (meselâ bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 16).
Ramazan: Müslümanlar’a göre oruç tutmanın farz olduğu hicrî yılın dokuzuncu ayı. Önümüzdeki 11 Mart Pazartesi günü itibariyle İslam dünyasındaki bütün müslümanlar’ın büyük bir hasret iştiyak ve coşku ile bekledikleri Kameri (Hicri) takvime göre 9. Ay olan Ramazan-ı Şerif’i topluca idrak edeceğiz. Bütün bu ay boyunca önce Müslümanlara İslam’ın beş şartından biri olarak farz kılınan Ramazan-ı Şerif’i başta 1 aylık oruç olmak üzere muhtelif ibadetlerle ihya etmeğe gayret edeceğiz.
Sözlükte “günün çok sıcak olması, güneşin kum ve taşları çok ısıtması, kızgın yerde yalınayak yürümekle ayakların yanması” anlamlarındaki ramad masdarından veya “güneşin güçlü ısısından çok fazla kızmış yer” mânasındaki ramdâ’ kelimesinden türeyen ramazân kamerî yılın şâbandan sonra, şevvalden önce gelen dokuzuncu ayının adıdır. “Yaz sonunda ve güz mevsiminin başlarında yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur” anlamındaki ramadî kelimesinden ya da “kılıcı veya ok demirini inceltip keskinleştirmek için iki yalçın taş arasına koyup dövmek” anlamındaki ramd masdarından türediği de ileri sürülmüştür. …..Kaynaklarda bu aya ramazan adının niçin verildiği hakkında farklı açıklamalar yer alır. En fazla kabul gören yoruma göre bu ay rastladığı mevsim gereği çok sıcak ve yakıcı bir özelliğe sahip olduğu için bu adla anılmıştır. Kamerî takvimde yer alan “cumâdâ” ve “rebî‘” gibi ay adlarının da belirli mevsimlere ve hava şartlarına işaret etmesi bu açıklamayı destekler niteliktedir (bk. TDV CEMÂZİYELEVVEL; REBÎÜLEVVEL)…… Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen ve değerine vurgu yapılan yegâne ay ramazan ayıdır. Orucun farz kılındığını bildiren âyetler’in hemen ardından ramazanın insanlara doğru yolu gösteren ve hakkı bâtıldan ayıran Kur’an’ın indirildiği ay olduğu belirtilir ve bu aya ulaşanların oruç tutması emredilir (el-Bakara 2/185). Hadis kaynaklarında da Hz. Peygamber’den nakledilen, ramazan ayının fazileti, başlangıcının ve sonunun nasıl tesbit edileceği, süresi ve bu aya mahsus ibadetlerle ilgili çok sayıda rivayet yer almaktadır (Wensinck, el-Muʿcem, “rmḍ” md.).. Resûl-i Ekrem, “mübarek bir ay” olarak nitelendirdiği ramazan ayı girdiğinde cennet kapılarının açılıp cehennem kapılarının kapandığını ve şeytanların bağlandığını (Buhârî, “Ṣavm”, 5; Müslim, “Ṣıyâm”, 1, 2), inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek ramazan orucunu tutan kişinin geçmiş günahlarının bağışlanacağını (Buhârî, “Ṣavm”, 6; Müslim, “Müsâfirîn”, 175) haber vermektedir. …. Nitekim rivayetler ramazan geldiğinde Resûlullah’ın mânevî yaşantısında farkedilecek derecede bir değişiklik meydana geldiğini, bu ayda Cebrâil ile buluşup karşılıklı Kur’an okuduklarını, özellikle bu günlerde onun cömertliğinin doruk noktasına ulaştığını (Buhârî, “Ṣavm”, 7; Müslim, “Feżâʾil”, 50), ramazan ayının son on günü girdiğinde onun geceleri ihya edip ev halkını uyandırdığını ve kendisini tamamen ibadete hasrederek eşleriyle ilişkisini kestiğini (Buhârî, “Leyletü’l-Ḳadr”, 5; Müslim, “İʿtikâf”, 7, 8) bildirmektedir………. Müslümanlarca sabır, ibadet, rahmet, mağfiret ve bereket ayı olarak kabul edilen, büyük bir coşku ve heyecanla karşılanan ramazanın başlıca özellikleri şu şekilde sıralanabilir:
1. Kur’ân-ı Kerîm bu ayda indirilmeye başlanmış olup âyet ve hadislerde bin aydan daha hayırlı olduğu bildirilen (el-Kadr 97/3; Nesâî, “Ṣıyâm”, 5) Kadir gecesi de bu ayın içindedir. Bir âyette Kur’an’ın ramazan ayında, bir başka âyette mübarek bir gecede, bir diğerinde Kadir gecesinde inmeye başladığı haber verilmektedir (el-Bakara 2/185; ed-Duhân 44/1-3; el-Kadr 97/1). Kadir gecesi ramazan içinde mübarek bir gece olduğundan âyetler arasında bir çelişki yoktur.
2. İslâm’ın beş şartından biri olan oruç bu ayda tutulur (el-Bakara 2/183-185; Buhârî, “Ṣavm”, 1; Müslim, “Îmân”, 8, 9).
3. Hz. Peygamber’in inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek kılan kişinin geçmiş günahlarının bağışlanacağını bildirdiği ve kendisi de bizzat kılarak ümmeti için sünnet olduğunu gösterdiği (Buhârî, “Ṣalâtü’t-terâvîḥ”, 1; Müslim, “Müsâfirîn”, 173-178) teravih namazı bu aya mahsus ibadetlerdendir.
4. Malî bir ibadet olan fitrenin (fıtır sadakası) bu ayın sonunda ve bayramdan önce ödenmesi gerekir. Bu ayda yapılan diğer yardımların da öteki aylara göre daha sevap ve faziletli olduğuna dair hadisler vardır (Buhârî, “Ṣavm”, 7; Müslim, “Feżâʾil”, 50; Tirmizî, “Zekât”, 28). Bu sebeple, ramazanda ödenmesi gerekli olmamakla birlikte müslümanlar zekâtlarını bu ayda ödemeyi âdet haline getirmişlerdir…(2)
5. Bu ayın sonunda itikâfa girmek sünnettir. Kaynaklar Resûl-i Ekrem’in ramazanın son on gününde itikâfa girdiğini ve bu âdetini vefatına kadar devam ettirdiğini, onun ardından hanımlarının da itikâfa girdiğini (Buhârî, “İʿtikâf”, 1; Müslim, “İʿtikâf”, 1-5) haber vermektedir. (1)
6. Kütüb-i Sitte’de yer alan bazı hadislerde bu ayda umre yapanın hac sevabı alacağı ifade edilirken (Buhârî, “ʿUmre”, 4; Müslim, “Ḥac”, 221, 222), zayıf olduğu kaydedilen bazı hadislerde ise diğer ibadet ve amellere de öteki aylara göre daha çok mükâfat verileceği bildirilmiştir (İbn Huzeyme, eṣ-Ṣaḥîḥ, III, 191-192; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, Şuʿabü’l-îmân, V, 224).
7. Kur’an ayı denilen ramazan ayında çokça Kur’an okuyup tefekkür etmek müstehap kabul edilmiştir. Hz. Peygamber’in Cebrâil ile karşılıklı Kur’an okumasına dayanan mukabele uygulaması da bu aya mahsus geleneklerdendir….
Ramazan ayının girmesi orucun vücûb sebebini oluşturduğundan bu ayın başlangıç ve bitişinin nasıl tesbit edileceği hususu fıkıh kitaplarında geniş biçimde incelenmiş, günümüz şartlarında bu konuda izlenebilecek yöntemlerin belirlenip müslümanlar arasında birliğin sağlanması amacıyla toplantılar düzenlenmiştir (bk. TDV HİLÂL maddesi.).
Her zaman sevinç ve coşkuyla karşılanan ramazan ayında çeşitli etkinlikler gerçekleştirilmektedir. Bu çerçevede ülkemizde ve İslâm dünyasında ramazana has birçok dinî ve sosyal içerikli gelenek oluşmuştur. Camilerde kandillerin yakılması, minareler arasına mahya kurulması, iftar davetleri, ihtiyaç sahiplerine yardımların arttırılması sokaklarda davul çalınıp mâniler söylenerek sahur vaktinin halka duyurulması, ramazan gecelerinde oyun ve eğlencelerin tertiplenmesi, ramazana has yiyeceklerin hazırlanması gibi uygulamalar farklı şekillerde de olsa varlığını sürdürmektedir….(2)
(1) İ’tikâf: İ’tikaf: Bir yere kapanıp dışarıya çıkmadan ibâdetle meşgul olma [Bilhassa ramazan ayında erkeklerin câmilerde son cemâat yerinde, kadınların evlerinde bir köşeye çekilip ibâdet etmeleri hakkında kullanılır . Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı, Kubbealtı Lügatı
(2). Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2007 yılında İstanbul’da basılan 34. cildinde, 433-435 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Bu yılki Mübarek Ramazan-ı Şerif’i idrak ettiğimiz şu günlerde Ramazan-ı Şerif hakkındaki duygularımızı aşağıda gelen şiir dizeleriyle sunmak isteriz;
RAMAZAN-I ŞERİFİ KARŞILAMA
İhtiram ve tâzim’le Ramazan’ı karşıla
Yıl’ın yorgunluğuna ne güzel bir fâsıla..
Ramazan onbir ay’ın reis’i sultanı’dır
Cennet lezzetlerini tatmanın zamanıdır..
Bin türlü ihsan nimet bizlere bahş edilir
İftar sofralarına sıra sıra dizilir..
Nimet’in kıymetini oruç tutanlar bilir
Dergâh-ı İlahi’ye şükran’lar gönderilir..
Oruç tutan anlar ki yardım gerek muhtâc’a
Mü’minler devâ olur koşar her ihtiyac’a..
Lahûti bir haz ile okunurken Kur’an’lar
Şefkat ve merhamet’i anlar oruç tutanlar..
Ahlâk’ta kemalât’a ulaşma vesilesi
Açlıkla saflaşıyor oruçlu’nun nefesi..
Kul aczi idrak ile Bâb-ı Rahmet’e döner
Ramazan’la kayb olur süfli arzular söner..
Vakt-i nüzûl-ü Kur’an şehr-i kân-ı irfan’dır
Bir Hey’et-i Uzmâ’dan tilavet-i Furkan’dır..
Ramazan’da kalplerden arş’a yükselir fîzar
Ahiret ticaret’i için en kârlı Pazar..
Ramazan ikliminde Hakk’a yönelir insan
Amelleri yücelten sanki bir mâ-i nisan..
Kalb ve ruh, akıl ve sır; füyûzat’a meyleder
Nefis sabr’a sığınır süfliyyât’ı terk eder..
Tûl-i emel’den geçip nefis Rabbini tanır
Ramazan’da civarı kûşe-i Cennet sanır..
Hikmet Erbıyık, 15.03.2023,..
Lügatçe: İhtiram: Saygı hürmet ,,,Tâzim : Saygı ve hürmetle karşılama
Fâsıla : Ara, mola, dinlenme arası,.. Bahş etme: Verme, ihsan etme, bağışlama,..
Dergâh-ı İlahi : Cenab-ı Hakk’ın huzuru ,Fîzar: Feryat , ağlama,..Bâb-ı Rahmet : Rahmet kapısı,..
Hey’et-i Uzmâ : Yüksek vasıflı üstün ahlâklı kişilerin oluşturduğu grup, topluluk,..
Tilavet-i Furkan: Kur’an okuma, Kur’an tilavet etme,..
Lahûti: Uluhiyet âlemine mensub ve müteallik olan. Sır âlemi. Gaybî âleme ait. Ruhanî âlemle alâkalı.
Kân: Bir şeyin çok bol bulunduğu yer veya kimse, kaynak, memba,..
Şehr : Ay , Kân-ı irfan: İrfan ve ilim kaynağı, Şehr-i kân-ı irfan : İrfan ve ilim kaynağı olan ay (Ramazan ayı),..
Mâ: Su , Mâ-i nisan : Nisan Yağmuru, Füyûzat: Feyizler, bereketler, ahlaki güzellikler
Süfliyyât : Kötülükler, sefil düşünceler, aşağı mertebede ahlaki özellikler
Tûl-i emel: Sonu gelmez arzu, tükenmez hırs, tamah,..,Kûşe : Köşe, mekân, tanımlı bir yer,..
Regaib, Mi‘rac, Berat ve Kadir geceleri ile üç aylar; bütün bir ay süren oruç ve teravih ibadetleriyle hususan ramazan ayı İslâm dünyasında her sene mânevî bir iklimin hüküm sürdüğü bir dönemdir. Hicrî takvimin sırasıyla yedinci, sekizinci ve dokuzuncu ayları olan receb, şâban ve ramazan bütün İslâm tarihi boyunca müslümanlar tarafından büyük bir coşkuyla karşılanmıştır.
Hz. Peygamber’in receb ayı girdiğinde yaptığı rivayet edilen dua:
“Allahım! Receb ve şâbanı bize mübarek kıl ve bizi ramazana ulaştır!” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, IV, 189.
İSÂR: Başkaları için özveride bulunma anlamında ahlâk terimi.
Sözlükte “bir şeyi veya bir kimseyi diğerine üstün tutma, tercih etme” mânasına gelen îsâr ahlâk terimi olarak “bir kimsenin, kendisi ihtiyaç içinde bulunsa bile sahip olduğu imkânları başkalarının ihtiyacını karşılamak üzere kullanması, başkasının yararı için fedakârlıkta bulunması” demektir.
Cürcânî îsârı, “kişinin başkasının yarar ve çıkarını kendi çıkarına tercih etmesi veya bir zarardan öncelikle onu koruması” şeklinde tarif ederek bu anlayışın din kardeşliğinin en ileri derecesi olduğunu belirtir. Îsâr anlamında Batı dillerinde kullanılan altrüizm karşılığında modern Arapça’da daha çok gayriyye, Türkçe’de diğerkâmlık ve özgecilik terimleri kullanılmaktadır. Bir kimsenin cömertlikte îsâr derecesine ulaşabilmesi için ikram ettiği şeye kendisinin fiilen muhtaç durumda bulunması şart değildir; önemli olan, muhtaç olsa dahi başkasını kendisine tercih edebilecek bir ahlâk anlayışına ve irade gücüne sahip bulunmasıdır.
Îsâr kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de dört âyette (Yûsuf 12/91; Tâhâ 20/72; en-Nâziât 79/38; el-A‘lâ 87/16) sözlük mânasında, bir âyette de (el-Haşr 59/9) terim anlamında kullanılmıştır. Kelime aynı mânada hadislerde de geçmektedir (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “es̱r” md.). Îsârın terim anlamına esas olarak gösterilen âyette, bütün mal varlıklarını Mekke’de bırakarak Medine’ye göç etmek zorunda kalan Hz. Peygamber’i ve diğer muhacirleri şefkatle kucaklayıp mal varlıklarını onlarla paylaşmaktan çekinmeyen Medineli müslümanlar (ensar) övgüyle anılmakta, âyette onların şahsında müslüman toplumun bazı temel mânevî ve ahlâkî özelliklerine temas edilmektedir.
Buna göre müslümanlar öncelikle imanı gönüllerine yerleştirmişlerdir; ayrıca muhacirler gibi zor durumda kalıp kendi beldelerine gelenleri severler; din kardeşlerine kendilerinden daha fazla imkân sağlanmasından dolayı içlerinde kıskançlık duymazlar; nihayet ihtiyaç içinde olsalar dahi onları kendilerine tercih eder, şahsî menfaatlerinden, zevklerinden fedakârlıkta bulunurlar. Âyetin son kısmında, nefsinin cimrilik eğilimlerinden kendini koruyabilenlere ebedî kurtuluşu kazanacakları müjdelenirken dolaylı olarak îsârın bu yöndeki psikolojik etkisine de işaret edilmektedir (Kurtubî, XVIII, 27).
Bu âyet münasebetiyle îsâr kavramı tefsirlerde, “âhiret saadetini elde etme arzusuyla başkasının iyiliğini ve mutluluğunu kendine ve kendi zevklerine tercih etmek, başkasının ihtiyacını kendi ihtiyaçlarından daha önde tutmak” şeklinde açıklanıp bir cömertlik derecesi olarak gösterilmektedir (İbn Kesîr, III, 474; Şevkânî, V, 232).
Kaynaklarda cömertliğin sehâ, cûd ve îsâr olarak başlıca üç derecesi bulunduğu belirtilir. Buna göre bir kimsenin elindeki imkânların en çok yarısını başkasına ikram etmesine sehâ (sehavet), çoğunu vermesine cûd, imkânlarının tamamını başkaları için kullanmasına da îsâr denir (Kuşeyrî, II, 502).
Gazzâlî, cömertliği “Allah’ın ahlâkî sıfatlarından biri” şeklinde tanımlamakta, cömertliğin en yüksek derecesinin de îsâr olduğunu ifade etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’in çok yüce bir ahlâka sahip olduğu bildirildiğine göre îsâr aynı zamanda Resûlullah’ın ahlâkının da bir unsurudur.
Ancak diğer erdemli davranışlarda olduğu gibi îsârın da belirtilen ahlâkî değeri kazanabilmesi için maddî veya mânevî bir karşılık beklenmeden sırf Allah rızâsı ve insan sevgisinden dolayı yapılması gerekir. Çünkü iyilik karşılığında teşekkür veya övgü bekleyen kişi cömertlik değil alışveriş yapmış sayılır (İḥyâʾ, III, 260).
Îsâr kavramı genellikle malî fedakârlıklar için kullanılmakla birlikte bazı kaynaklarda “can ile îsâr”dan, yani kişinin sevdiği bir kimse için kendi rahatını, huzurunu, hatta hayatını feda etmeyi göze almasından da söz edilmekte ve bunun malla îsârdan daha faziletli olduğu belirtilmektedir.
Bundan dolayı tasavvufta sevgi kısaca îsâr olarak da tanımlanır. Çünkü en yüksek derecede sevgi, seven kişinin gerektiğinde sevdiği için canını feda etmeyi göze almasını sağlar. Kaynaklarda, Mısır azizinin eşinin Hz. Yûsuf’a duyduğu derin sevgi (Yûsuf 12/23-32) bunun ne kadar ulvî bir duygu olduğuna örnek gösterilir.
Uhud Gazvesi’nde İslâm ordusunun geçici olarak bozguna uğradığı sırada bazı müminlerin Hz. Peygamber’in hayatını korumak için kendi hayatlarını ortaya koymaları da can ile îsâr için örnek gösterilir. Bu arada Ebû Talha adlı sahâbînin kendini Resûlullah’a siper etmesi ve onu korurken yaralanması (Müsned, III, 265, 286; Buhârî, “Cihâd”, 80, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 18) özverinin en güzel örneklerinden biri olarak anılır. (1)
(1)TDV İslâm Ansiklopedisi, 22. Cild, Sayfa 490-491, ISTANBUL-2000..
Bugün zaman içinde çok nadir rastlanan manevi değerler arasında özellikle aradığımız İSÂR hasleti için yazdığımız bir şiiri burada arz etmek isteriz:
İSÂR İLE BEZENMEK-
Zafer maksudun ise kuvvet ver takım’ına
Kapılma bencilliğin kahreden akım’ına..
Düşün muhteşem ceddin asil serdengeçti’ler
Gazâ’da yar’dan tenden candan da vaz geçtiler..
Onlar mücadelede gözetip ihvân’ını
Feda eyler müsterih önce kendi cân’ını..
Takım ruhu şifresi mazide zaferlerin
Çok destanlar yazdıran o arslan neferlerin..
Kendisi muhtaç iken, yeğ tutar ihvânını
Sahâvetle geçirir , ömrünün âvânını
Sahâbenin hasleti , nümûne-i imtisâl
O gönül zenginleri , hasenât ile hemhâl
Kendi özünde duyar , dostun ıstırabını
Her vesile arz eder , dostuna tarâbını
Nerede bulacaklar , o haslet-i isâr’ı
Onlar ki takib etmiş , Medine’de ensarı
Zühd ile takva ile , maniâları aşmış
Mevla’nın (CC) rızasına, isâr ile ulaşmış
Ey ihvan uğraşınla , âli makama uzan
Azami gayretinle , ihlâs-ı tâmmı kazan
Tercih et kardeşini , hep kendi öz nefsine
Daima kulak ver sen , vicdanının sesine
Gel hayalen gidelim , o ‘Yermük Gazası’na
Derin tazim kılalım , yüce hatırâsına
Gel rahmetle analım , o asil şühedayı
İbretle derk edelim , hem haslet-i fedayı
Kardeşini tercihle , hep susuz can verdiler
En yüce bir makamın , zirvesine erdiler
Bugün ne çok muhtacız , kardeşlik şuuruna
Uhuvvet ikliminde , diğergâmlık nuruna..
Ne hikmetler gizlenmiş , hazine-i isâr’a
Ey ihvan devam eyle , sahavette ısrara
Ahlâk-ı Hâmideden , çok kutlu bir hâl isâr
Elbet Ehl-i isâr’a , pek büyük müjdeler var…
Hikmet Erbıyık, 11.05.2020, Eyüp Sultan Dergahı-10.09.2023,
KAVL-İ LEYYİN: Yumuşak sözle bildirme, yumuşak ve nazik bir dil ile çağırma tebliğ etme. İletişimde nazik bir dil kullanma.
Kur’an-ı Kerim’in muhtelif ayetlerinde de bildirildiği gibi vahyin metodu, iletişimin aracı muhataplara hitabın şekli kavl-i leyyin (yumuşak nazik üslup ile beyan) şeklinde olmalıdır.
Vahyin eğitim metodunda kişilere rıfk ile (yumuşaklıkla) muamele etmek, insana güzellikle yaklaşmak esastır.
MİSAFİR: Arapça’da “yolcu” anlamındaki müsâfir kelimesi Türkçe’de “konuk” karşılığında kullanılır.
Bi‘setten önce de nezih bir hayatı olan Resûl-i Ekrem misafirperverliğiyle tanınmıştı. Kendisi, ilk vahyin heyecanını ve duyduğu endişeyi Hz. Hatice’ye anlatınca Hatice onun bazı hasletlerini, bu arada misafirperverliğini de anarak korkmamasını, Allah Teâlâ’nın kendisini mahcup etmeyeceğini söylemiştir (Buhârî, “Bedʾü’l-vaḥy”, 1; Müslim, “Îmân”, 252).
Resûlullah gelen misafirleri asla geri çevirmez, evinde ağırlama imkânı olmadığı durumlarda onu ağırlayacak birini bulurdu (meselâ bk. Buhârî, “Tefsîr”, 59/6, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 10; Müslim, “Eşribe”, 172). Ayrıca bütün zamanlarını ibadetle geçirenlere ihmal etmemeleri gereken bedenî, ailevî ve insanî yükümlülüklerini hatırlatırken misafirlerin haklarına da dikkat çekmiş (Buhârî, “Ṣavm”, 54, 55, “Edeb”, 84; Müslim, “Ṣıyâm”, 182, 192), ev sahibinin misafirin yanında güler yüzlü olmasını, öfke ve üzüntüsünü belli etmemesini öğütlemiştir (Buhârî, “Edeb”, 87).
Hemen bütün hadis mecmualarında tekrar edilen bir hadiste yer alan (meselâ bk. Buhârî, “Edeb”, 31, 85, “Riḳāḳ”, 23; Müslim, “Îmân”, 74, 75, 76, 77, “Luḳaṭa”, 14), “Allah’a ve âhiret gününe inanan kimse misafirine ikramda bulunsun” ifadesi müslümanlar arasında bir özdeyiş haline gelmiştir. Bu hadisin bir rivayetine göre Hz. Peygamber, “Ev sahibi misafirine câizesini versin” demiş, bir soru üzerine de câizenin misafiri bir gün bir gece ağırlamak olduğunu, misafirliğin üç gün sürebileceğini, daha fazla devam ettiği takdirde yapılan ikramın sadaka sayıldığını söylemiş (Buhârî, “Edeb”, 31, 85; Müslim, “Luḳaṭa”, 14), ayrıca misafirin ev sahibini sıkıntıya sokacak derecede misafirliğini uzatmasının uygun görülmediğini belirtmiştir (Müsned, IV, 31; VI, 385; Müslim, “Luḳaṭa”, 15, 16).
Hadisteki câize kelimesi, misafir olduğu yerden ayrılan veya oraya uğrayıp geçen misafire verilen bir günlük yol azığı şeklinde de açıklanmıştır. Bazı âlimlere göre üç günden sonraki ikramın sadaka kelimesiyle ifade edilmesi, misafirin hali vakti yerinde ise ev sahibini daha fazla sıkıntıya sokmasının uygun olmayacağına işaret etmektedir (İbn Hacer, XXII, 335-340).
Bilhassa Tebük Seferi’nden sonra “elçiler yılı” (senetü’l-vüfûd) diye anılan hicretin 9. (630) yılında Medine’ye gelen kalabalık heyetlerin ağırlanması misafirlik âdâbı konusunda birçok tecrübenin yaşanmasına vesile olmuştur. Onlar için bazan çadırlar kurulmuş, bazan da sahâbeden evleri geniş olanlar bu konuda yardımcı olmuştur (Abdülhay el-Kettânî, II, 201-207).
Muhacirlerden Abdurrahman b. Avf, ensardan Remle bint Hâris evlerinde elçileri misafir edenlerin başında gelir. Abdurrahman’ın evi “dârü’d-dîfân” olarak anılırdı (İbn Şebbe, I, 235). Hz. Ömer misafirler için “dârü’r-rakīk” (dârü’d-dakīk) denilen evler yaptırmıştır. Buralarda un, hurma, kuru üzüm ve diğer ihtiyaç maddeleri bulunurdu (İbn Sa‘d, III, 283). Hz. Osman döneminde de dârü’d-dîfânların kurulması devam etmiştir (Yâkūt, IV, 355). Bu gelenek daha sonra vakıf yapılarının ve kervansarayların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
Yolculuk sırasında karşılaşılan zorluklar sebebiyle misafirler oruç ve namaz gibi ibadetler konusunda hafifletici hükümlere tâbi tutulmuştur.
İslâm âlimlerinin dinen teşvik edilen ahlâkî erdemlerden olduğu hususunda fikir birliğine vardıkları, misafiri ağırlamanın fıkhî hükmü hakkında iki temel yaklaşım vardır. Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî ve ulemânın çoğuna göre misafiri ağırlamak sünnettir. Ahmed b. Hanbel’den gelen bir rivayete ve Leys b. Sa‘d’a göre ise misafiri bir gün bir gece ağırlamak vâciptir (Nevevî, XII, 30, 31). Leys b. Sa‘d, bu konuda Nisâ sûresinin 148. âyetiyle Hz. Peygamber’in, “Kim bir kavmin yanına inerse onu ağırlamak onların üzerinedir” hadisini (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 5) delil getirmektedir (İbn Abdülber, XXI, 45).
İmam Şâfiî, bâdiyede olsun şehirde olsun misafiri mekârim-i ahlâk çerçevesinde ağırlamayı yerine getirilmesi gereken bir görev sayar (a.g.e., XXI, 43). Hadis âlimleri misafir ağırlamanın çadır halkı (ehl-i veber) için olduğu, şehir halkı (ehl-i hadar) için bunun gerekmediği yolunda Hz. Peygamber’e nisbet edilen sözü uydurma kabul etmişlerdir (a.g.e., XXI, 44; Nevevî, II, 19).
Ancak çölde yolculuk yapan, zor durumda kalan ve hayatî tehlikeye düşmesinden korkulan kimsenin ihtiyacının karşılanmasının farz olduğunda şüphe yoktur. Kalacak yer ve yeme içme hususunda çeşitli imkânların bulunduğu şehirlerde ise durum daha farklıdır. Bu gibi yerlerde dahi insanların güç durumlarda kalabileceğini ve Hz. Peygamber’in misafiri ağırlamayan kişilerde hayır olmadığına dair sözlerini dikkate almak gerekir (ayrıca bk. İbn Abdülber, XXI, 42-48; Nevevî, II, 18, 19; Bedreddin el-Aynî, XVIII, 220-226; Mv.F, XXVIII, 316-319).
İbrâhim el-Harbî, misafire ikramla ilgili 132 hadisi İkrâmü’ḍ-ḍayf adlı eserinde bir araya getirmiştir. İslâmî literatürde misafirlik konusu ahlâkî yönüyle daha çok İbn Kuteybe’nin ʿUyûnü’l-aḫbâr’ı, İbn Abdülber en-Nemerî’nin Behcetü’l-mecâlis’i gibi edep türü eserlerde ele alınmıştır. İslâm kültürünün ve terbiyesinin en önemli kaynaklarını oluşturan bu tür eserlerde konuya dair hadislerle âlim, edip ve şairlere ait özlü sözlere yer verildiği görülür. Ayrıca Ma‘mer b. Müsennâ’nın Kitâbü’ḍ-Ḍîfân adlı bir eseri vardır (İbnü’n-Nedîm, s. 80; Keşfü’ẓ-ẓunûn, II, 1435). (1)
TDV İslâm Ansiklopedisi, 30. cild, sayfa 171-172, Ankara, 2020.
Misafir başlıklı makalemizin 2. Bölümü sonunda aynı konuda yazılmış başka bir şiirimizi de burada dikkatinize arz ederiz:
MİSAFİR-2
(Biri de, sen burada misafirsin ve buradan da diger bir yere gideceksin…Ms. N. 119)
Ey nefis şu alemde aziz bir misafirsin
Gün olur vakit gelir menzili terkedersin..
Hazer et verme gönül fâni zâil umûra
Dâr-ı bekâ’yı düşün varmak için huzura..
Nasıl ki bir gün gelip çıkarsın bu menzilden
Terk et hubb-u cihanı sen de derûn-u dil’den..
Madem ki bu cihanı terk eylemek mukadder
Akiller vücudunu Malik’e feda eder..
Hem de feda edersen büyüktür mükâfatın
Eğer etmezsen feda pek büyük zayiâtın..
Sana şayeste olan aziz ol ayrılırken
Terk-i cihan olacak ister geç ister erken..
Hikmet Erbıyık, 07.03.2022, Istanbul
Arapça’da “yolcu” anlamındaki müsâfir kelimesi Türkçe’de “konuk” karşılığında kullanılır. Arap dilinde bu mânada daha çok dayf kelimesi (çoğulu adyâf, duyûf, dîfân, dıyâf) geçer. Aynı kökten türeyen dıyâfe (ziyafet) “misafir ağırlama, konuklara ikramda bulunma” demektir. Âyet ve hadislerde infakta bulunulacak kimseler arasında sayılan “ibnü’s-sebîl” “dayf” ile yorumlanmıştır (Taberî, II, 97; Kurtubî, XIV, 38; İbn Kesîr, I, 298).
Arapça’da zâir de “misafir” anlamında kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. İbrâhim’e İshak’ı müjdelemek ve Lût kavmini helâk etmek için insan şeklinde gelen melekler “dayf” olarak anılır (Hûd 11/78; el-Hicr 15/51, 68; ez-Zâriyât 51/24; el-Kamer 54/37). İbrâhim onlar için bir dana kesip ikramda bulunmuş, fakat onlar yememiştir (ez-Zâriyât 51/26). Misafir ağırlama geleneğini ilk başlatan kimse olduğu nakledilen Hz. İbrâhim (el-Muvaṭṭaʾ, “Ṣıfatü’n-nebî”, 4) “ebü’d-dîfân” diye meşhurdur. Meleklerin Hz. Lût’u ziyaretleriyle ilgili âyetlerden ev sahibinin misafirini ağırlaması yanında onu her türlü tecavüze karşı korumasının da görevi olduğu anlaşılmaktadır.
Yine Kur’an’da “tadyîf” (misafir etmek) fiili bir âyette, Hz. Mûsâ ile onun arkadaşının bir köy halkı tarafından ağırlanmak istenmemesi anlatılırken geçer (el-Kehf 18/77). Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de, kötü sözü açıkça söylemesine izin verilen zulme uğramış kimseyle ilgili âyetin (en-Nisâ 4/148) bir kavme misafir olup da ağırlanmayan bir kişi hakkında nâzil olduğu rivayet edilir (İbn Abdülber, XVIII, 287).
Mekârim-i ahlâktan olan misafirperverlik Türk ve Arap toplumlarında övünç vesilesi bir haslet sayılmıştır. Kâşgarlı Mahmud’un verdiği örneklerde şöhretini duyurmak isteyen kimsenin misafirini iyi ağırlaması gerektiğinden (Dîvânü lugāti’t-Türk Tercümesi, I, 46), ancak konuk ağırlamayı uğur sayan nesillerin kaybolup geriye bir karartı gördüğünde çadırını yıkan kişilerin kaldığından (a.g.e., I, 85, 384) söz edilir. Dede Korkut hikâyelerinin daha başında konuğu gelmeyen kara evlerin yıkılması dilenir (Dedem Korkudun Kitabı, s. 2).
İslâm öncesi göçebe Arap toplumunda, çölün çetin şartlarında yolculuk yapan kimselerin misafir edilip ihtiyaçlarının karşılanması hayatî bir önem taşıdığından misafirperverlik şeref ve asaletin gereği sayılmış, mürüvvet kelimesiyle ifade edilen ahlâkî erdemlerin en önemlilerinden kabul edilmiş, Arap şiirinde övünme konularından biri olmuştur.
Ancak bunun ardında genellikle kişilerin veya kabilelerin şeref ve övünç duygularını tatmin etme, şöhret kazanma ve hayranlık uyandırma arzusu yatmaktaydı. Öte yandan bunu Hz. İbrâhim’den beri devam eden erdemli bir davranış olarak sürdürenler de vardı. Hac ibadetinin misafirlik âdâbı ve misafire ikram konusundaki anlayış ve gelenekler üzerinde önemli etkisinin bulunduğu muhakkaktır.
Mekke’ye gelen hacılar Allah’ın misafiri kabul edilirdi. Sikāye ve rifâdeyi Kureyş’e bir görev olarak veren Kusay, Mekke’de oturanları Allah’ın komşusu (cîrânullah) ve Ehl-i beyt’i, hac için gelenleri de Allah’ın misafirleri (dîfânullah) ve evini ziyaret edenler diye tanımlamış, onlar için hac günleri yiyecek ve içecek hazırlanmasını istemişti (İbn Sa‘d, I, 73).
Bir rivayete göre zemzemin ilk bulunuşunda Cebrâil, Hz. Hacer’e onun Allah’ın misafirlerine bir ikramı olduğunu söylemiştir (Fâkihî, II, 6). Araplar’ın misafirperverlik konusunda övündükleri bir husus da “nîrânü’l-Arab”dan (Arap ateşleri) biri olan “nârü’l-kırâ”dır. Kırâ ve iktirâ‘ “misafire ikramda bulunma” anlamına gelmektedir. Bu şekilde ateş yakanlar “hâdî” (yol gösterici) lakabıyla anılırdı (İbn Sa‘d, V, 61).
Aralarındaki sürekli savaşlara rağmen Araplar, çölde yolculuk yapanların hem yollarını bulmalarını kolaylaştırmak hem de onları misafir etmek amacıyla ateş yakarlardı (Kalkaşendî, I, 466, 467). Misafirliğe dair açıklamaların geniş yer tuttuğu bazı hadislerde Câhiliye kültürü hakkında da bilgi bulunmaktadır. Ümmü Zer‘ hadisi olarak bilinen, Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’e geçmişte on bir kadının kocalarıyla ilgili konuşmalarını hikâye ettiği rivayette bunlardan bazılarının kocalarının misafirlerine ikramlarıyla övündükleri görülür (Buhârî, “Nikâḥ”, 83; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 92). (1)
(1) TDV İslâm Ansiklopedisi, 30. cild, sayfa 171-172, Ankara, 2020.
Misafir hakkındaki 2 bölümlük makalenin 1. Bölümü sonunda yıllar önce yazdığımız bir şiiri burada dikkatinize sunarız:
M İ S A F İ R
Sergüzeşt-i hayatım, yaşanmış dilim dilim
Şafak kızıllığında, ufka bakan ben kimim?
Gün gelip çıkacağım şu menzilde bir konuk
Bir uzun galeride tablolar canlı, donuk..
Güzergâh çizilirken bir ‘Kalem-i Kader’den
Başlar yolculuğumuz artık rahm-ı mâder’den..
Etfallik ve sabâvet, bir rüzgâr gibi geçer
Pembe gençlik rüyası, çok geniş paylar biçer..
Bir öğle güneşidir, ömrümüzün kemâli
Pek de uzun sürmez ki parlak günün zevâli
Fırtınalı ömürde, hem bolluk var hem darlık
Şems-i asır gibidir, artık şu ihtiyarlık..
Şu alemde hiçbir şey, kalmıyor karârında
Yaza ulaşmak da var, gitmek de bahârında..
Misafir bu konaktan, gün gelip de çıkacak
Bir ezeli nehirde, damla damla akacak
Güller gibi kuşlar da, ağaçlar da misafir
Ebed yolculuğunda, hepsi de akar bir bir
Hâleli gözlerimiz, hayâl içinde iken
Ufukta gurûb ile, bir kızıllık yükselen..
………………………………………………
Haşrin sabahı gelir, cümle beşer dirilir
Bir bekâ aleminde, cem oluruz hep bir bir..
Ebedi meskenlerde, misafirlik de biter
Sevgili’nin halveti, cümle kalplere yeter…..
Lügatçe: Sergüzeşt: macera
Güzergah:izlenecek yol
Kalem-i Kader: Kader kalemi, Cenab-ı Hakk’ın bizlerin geleceği için verdiği karar, ezeli takdiri,
Rahm-ı mader: Ana rahmi (dünyaya gelmek için beklediğimiz şefkatli kucak) ,
Etfallik:Yeni doğmuş bebek veya küçük çocukluk hali (çoğul)
Sabavet: çocukluk hali ,
Zeval: Güneşin tam gün ortasında olduğu zaman ,
Şems-i asır: (Bu şiirde ikindi güneşi) Şems-i asır: diğer manası- asrın güneşi (Yüce Kaan Yavuz Sultan Selim için söylenmiştir.) Ezeli: en eski veya başlangıcı olmayan ,
Ebed yolculuğu:Sonsuzluğa giden yolculuk
Haleli göz: Duygu yoğunluğu ile gözün irisinde ışık halkaları ve dalgalar oluşması, aşırı duygusallıkla gözlerde buğulanma
Gurub: Güneşin ufukta batışa meylettiği sarı kızıl görüntü ,
Haşir: Öldükten sonra bütün canlıların ahiret aleminde toplu olarak dirilmesi ,
Beşer: İnsanlık ,
Beka:sonsuzluk ,
Cem olmak: toplanmak bir araya gelmek
Halvet: Yalnız kalmak , tenhada kalmak veya sevgili ile baş başa kalmak
Rahmet, bereket ve mağfiret mevsimi üç ayların (Şuhûr-u Selase) manevi iklimine girmiş bulunmaktayız. 11 Ocak 2024 Perşembe gününü Cuma’ya bağlayan gece Kandil Geceleri’nin birincisi olan Regaib Kandilini idrak edeceğiz.
‘’Sözlükte “kendisine rağbet edilen şey, bol ve değerli bağış” anlamındaki ragībenin çoğulu olan regāib kelimesi hadis ve fıkıh literatüründe “bol sevap ve mükâfat, faziletli amel”, özellikle Mâlikî fıkıh kaynaklarında sünnetin mukabili olarak “müstehap, nâfile ibadet” mânalarında kullanıldığı gibi (İbn Ebû Şeybe, II, 49; İbn Abdülber en-Nemerî, I, 127; Hattâb, II, 79) hicrî takvime göre yedinci ay olan recebin ilk perşembesini cumaya bağlayan geceye ad olmuştur.’’(1)
‘’Yüce Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’deki pek çok ayette üzerine yemin etmek suretiyle zamanın önemine dikkat çekmiştir. Peygamberimiz Efendimiz de zamanı, kıymeti pek az idrak edilen büyük nimetler arasında zikrederek aynı gerçeğe vurgu yapmıştır. Bu yüzden Rabbimizin bahşettiği eşsiz nimetlerden biri olan zamanımızın her anını en güzel şekilde değerlendirmek son derece önemlidir.
Aralık ayının son günlerini idrak ederken miladi 2023 yılını da geride bırakıyoruz. Global bir felaket olarak pandemi günleri bütün dünyayı sarsıp maddi ve manevi bir tahribatla etkisini hissettirip büyük ölçüde uzaklaştıktan sonra bizler çoğunlukla Cenab-ı Hakk’a sığınarak genelde sükûnet içinde kalmaya çalıştık.
Hemen akabinde 2023 yılı Şubat başı itibariyle güney doğu illerimizi büyük darbelerle yıkıma uğratıp hepimizi, bütün vatanımızı derin üzüntüye sevk eden deprem felaketine maruz kaldık.
Hepimizin gözbebeği canım biricik vatanımız henüz 1 hafta öncesinde güneydoğu sınırımızda alçakça saldırıya uğrayıp şehit olan arslan neferlerin acısıyla baştan başa hüzne gark oldu.
Bütün bu maddi manevi üzüntülere rağmen bizler dimdik ayakta hüzünlü fakat metanet ve vakar içinde ülkemize hizmete devam ederken Cenab-ı Hakk’a samimi dua ve niyazlarla bizleri ve vatanımızı semavi ve arzi afetlerden koruması için duaya da devam edeceğiz.
Yukarıda belirttiğim giriş cümlelerim milletçe ne kadar hassas bir durumda olduğumuzu hatırlatmak ve yeni yılı çılgınca eğlencelerle değil de başımıza her an gelebilecek bela ve dertlere karşı devamlı uyanık olarak samimi dua ve niyazlara devam etmemizin önemini vurgulamak içindi.
Sağlık ve afiyetle şu güzel ülkemizde hür olarak yaşaya bildiğimize hamd edip sevinmek mutlu olmak ne kadar makul ise sanal bir takvim başı olan Yılbaşı karşılanırken çılgınca eğlencelere dalmak da o kadar anlamsız ve yararsız olduğu izahtan varestedir.
‘’Yılbaşı çılgınlığı, aslında insanı insanaltı ruhsuz, mekanik bir varlığa dönüştüren, kitleleri ayartıcı kapitalist tüketim biçimlerinin köleleri haline getiren, dil’i, konuşma’yı, anlam’ı bitiren hız, haz ve ayartıyı kutsayan, din-dışı kutsallıklar icat eden paganizmin zaferi!’’ (1)
Her zaman gelecekten ümitvar olarak ye’se kapılmadan ölçülü bir hüzün ve vekar ile bela ve dertleri karşılamak dua ve niyazda bulunmak bizlere yakışan davranışlardır.
‘’Müminler acılı. Dünyanın her tarafında Müslümanlar sıkıntılı. Kanları dökülüyor. İmkânları gasp ediliyor. Ümitleri tüketiliyor. Bu satırları yazdığım şu anda Gazze'de hâlâ kan dökülüyor. Henüz bir sonuç alınamadı.
Zira bir Müslüman acı duydukça diğer Müslümanların mutlu olması mümkün değil. Fıkhen de böyle. Bir Müslüman'ın emânı (güvende olması) ümmetin güvende olmasıyla mümkündür. Birlik olmalı, safları sıklaştırmalıyız. Bu bilinç pratiğe yansıdığında inanıyorum ki birçok dert bitecek. Yeter ki gücümüzün farkında olalım. Rabbim tövbemizi kabul etsin. Günahlarımızı bağışlasın. Ümidimizi yitirmesin. Niyetlerimizi halis eylesin.’’ (2)
https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusuf-kaplan/yilbasi-cilginligi-ve-ruhunun-calindigini-haykirmak-2064987 https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusuf-kaplan/yilbasi-cilginligi-ve-ruhunun-calindigini-haykirmak-2064987
Prof Dr Nihat Hatipoğlu, https://www.sabah.com.tr/yazarlar/hatipoglu/2023/12/29/kabede-bir-aksam
Yeni yılı büyük ümitlerle ve samimi beklentilerle karşılarken Yüce Mevla’ya niyazımızı hamd ve şükrümüzü aşağıdaki dizelerle ifade etmeye çalıştık;
Y E N İ Y I L D U A S I
Ya Rab affeyle bizi Kur’ân’ın hürmetine
Mağfiret eyle bugün Habib’in ümmetine..
Ebrâr ile hemcivâr ve necât verdiklerine
Lûtfedip dahil eyle Ya Rab! sevdiklerine..
Pişdardır duamıza gözü yaşlı suleha
Bağışlarsan varırız bizler ancak felâh’a..
Ehl-i kalb duasına biz dahi âmin deriz
Biz de mahcûbiyetle Rahmetini dileriz..
Gecelerde zikreder seni binlerce zâkir
Çaresiz kapındayız mücrimiz hem de hakîr..
Bağışla hatırına günahsız sabîler’in
Dahil et duasına kutlu sahâbilerin..
Pây’ine yüz sürelim mukarrebîn sâfının
Nasiplendir feyzinden müctebâ mushâf’ının..
Şifâ ve ferec ile artır bereketimiz
Sene bidayetinde cümleten müsterhimiz..
Dûçârız meâsi’ye affeyle günâhımız..
Perişân ahval ile arş’a çıkar âhımız..
Ref’ eyle beliyyât’ı meftuh et tâli’imiz
Sen meded eylemezsen hasârettir hâlimiz..
Irak tut bahtımızdan cümle füccar mel’ûnu
Berî kıl hânemizden bütün ahlak-ı dûn’u..
Ahlak-ı hasene’yle eyle bizi müzeyyin
Hakâik tebliğinde bahşedip kavl-i leyyin…
Ya Rab! siyânet eyle aziz vatanı koru
Teshil et amâlimiz hayr edip her bir zor’u..
Fırsattan mahrum eyle Ya Rab! düşman-ı din’i
Müzmahil olsun küffar derk eylesin haddini..
Bu vatan gençlerini eriştir hidayete
Müştâk olsun cümlesi hem İlâhi davete..
Hıfz eyle ihlas ile kalplerimiz riyâdan
Gönle füyûzat ersin ehl-i dil agniyâ’dan
Nakşeyle kalbimize nur-u muhabbetini
Ol Resul-ü Zişan’ın lûtfeyle sohbetini…
Hikmet Erbıyık, 29.12.2023 - Emir Sultan Dergâhı-Bursa