Bir civciv bir mektuptur. Özenle yazılmış, süslenmiş, canlandırılmış, seslendirilmiş, gönderilmiştir. Gönderenin adıyla başlar. Her sayfasında Ondan haberler verir. Bütünüyle ve ayrı ayrı her satırıyla, her kelimesiyle bir sınırsız güzelliği anlatır, bir muhabbet akıtır okuyanlara.
Ve bir çağrıyla biter mektup.
Gül dalında açan bir tomurcuk, bir mektuptur. Özenle yazılmış, süslenmiş, renklendirilmiş, bir parfüm sürülmüş ve gönderilmiştir. Gönderenin adıyla başlar. Her sayfasında ondan haberler verir. Bütünüyle ve ayrı ayrı her satırıyla, her kelimesiyle bir sınırsız güzelliği anlatır, bir muhabbet akıtır okuyanlara.
Adâlet, “davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak gibi mânalara gelen bir masdar-isimdir. Yine aynı kökten bir masdar-isim olan ve “orta yol, istikamet, eş, benzer, misil, bir şeyin karşılığı” gibi mânalara gelen adl kelimesi, sıfat olarak kullanıldığında âdil ile eş anlamlı olup aynı zamanda Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biridir (bk. ADL).
Adâlet, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde genellikle “düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu izleme, takvâya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık” gibi anlamlarda kullanılmıştır. İnfitâr sûresinin yedinci ve sekizinci âyetlerinde insanın fizyolojik ve fizyonomik yapısındaki uyum, âhenk ve estetik görünüm, adâlet kavramıyla ifade edilmektedir.
Başka âyetlerde de insanın ruhî ve mânevî yapısında bulunan ve İslâm filozoflarınca inâyet ve nizam kavramlarıyla açıklanacak olan denge (itidal) ve âhenk, adâlet kavramının şümulüne giren “ahsen-i takvîm” (bk. et-Tîn 95/4) ve “tesviye” (bk. eş-Şems 91/7) tâbirleriyle dile getirilmiştir. Şûrâ sûresinin on beşinci âyetinde, Hz. Peygamber’in adâlet sıfatını kazanabilmesi, daveti yani risâlet görevini yerine getirmesi, bu konuda insanların keyfî istek ve arzularını hesaba katmaksızın ilâhî emirlerin gösterdiği şekilde doğru olması ve Allah’ın daha önceki kitaplarda bildirdiği ebedî gerçeklere inanması şartına bağlanmıştır.
AHSEN-İ TAKVİM: İnsana Allah CC tarafından verilen en güzel ve en mükemmel biçim.
“Ahsen-i takvîm” ifadesi, “Andolsun ki biz insanı en güzel şekilde yarattık” (et-Tîn 95/4) meâlindeki âyette geçmektedir.
İnsanın ise, gelişmeye namzet yetenekleri önünde hemen hemen hiçbir sınır yok gibidir. Yürümeyi kendi çabasıyla, düşe kalka ancak öğrenen bu varlık, bir de bakmışsınız, milyonlarca yıldır yeryüzü semasında kanat çırpmakta olan kuşları birkaç asır içinde geride bırakmış, semânın hiç çıkılmayan yüksekliklerine ulaşmış, uzayın derinliklerinde uçup gitmiştir.
Canlıların her birine bir san'at hediye eden terbiye fiili, insan üzerinde sınırsız bir cömertlik sergilemiş ve ona bir değil, bütün san'atların ufkunu açmıştır. İnsan, kendi çabasını harcayarak öğreneceği bu san'atlarda meleke kazanacak, gittikçe daha çok şey öğrenecek, öğrendiklerini birbirine ekleyecek, birbirine aktaracak, fert ve topluluklar halinde eserler vücuda getirecek, yeryüzünün her köşesini kendi planladığı bu eserlerle donatacaktır.
Her biri farklı bir san'atta üstünlük gösteren varlıklara karşılık, insan işte böyle bir özelliğiyle tartışılmaz üstünlüğünü ortaya koymaktadır. Bu da insanın dünya üzerinde ne aradığı sorusunun cevabına bizi yaklaştırıyor.
İnsanın, bu özel yetenekleri ve san'atlarıyla bir de peşine düştüğü şey var ki, kainattaki terbiye fiillerinin en göz kamaştırıcısıyla bizi karşı karşıya getirmektedir. O da, güzelliktir.
İnsan, bütün duyu ve yetenekleriyle, bir güzelliği her türlü şart altında ve her kılıkta tanıyabilecek bir yapıya sahip kılınmıştır. O göklerde ve yerde, meftun olduğu güzelliği arar. Onu bazan teleskopla, bazan mikroskopla, bazan sözüyle, bazan sazıyla, bazan gözüyle arar. Nerede olsa, o güzelliği bulur, çıkarır insan. Hangi şekle girse, onu tanır.
Bulduklarından bir şeyler öğrenir, bir şeyler anlar, bir şeyler anlatır. Sonra eserler ortaya koyar, gelip geçtiği bu dünyanın maddesinde ve manasında kendi izini bırakır. Açıkça anlaşılır ki, onun maddi ve manevi yapısı, duyu ve yetenekleri, hayal ve tutkuları, her şeyiyle bir iz bırakacak şekilde düzenlenmiştir.
İnsanın bu gelişmesini ve başardıklarını takip eden birisi, onun yaratılış ve yaşayışının inceden inceye planlanmış şekilde gerçekleştiğini görecek ve bu işte bir terbiye fiilinin çok daha kapsamlı eserlerini gözleyecektir.
Burada, insanın düşünce ve duygu dünyasına geliyoruz ki, başka hiçbir varlıkla kıyas edilemeyecek bir zenginlik ve derinlikle karşı karşıya kalıyoruz. Belki onun başında taşıdığı göz, kartalınkiyle kıyaslandığında daha zayıf düşebilir.
Fakat o bir çift gözün insan önüne serdiği manzaralar, bir kartalınkiyle kıyas edilemeyecek kadar renkli ve anlamlıdır. İşitme ve tatma gibi, onun diğer canlılarla paylaştığı duyular da, duygu ve düşünce dünyasının bir parçası haline geldiğinde, yine kıyas kabul etmez bir zenginlik ortaya çıkarıyor. İşte, insanın var oluşunun anlam ve hedefi de işte tam burada yatıyor. (1)
⦁ Ben ve O, Ümit Şimşek, Zafer Yayınları, Sayfa 60-62, Istanbul 2000.
Mahlukatın en seçkini olarak seçilip bu dünyaya gönderilen insanın mahiyeti hakkındaki duygularımızı biz de aşağıdaki dizelerle ifadeye çalıştık;
(İnsan ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet câmi’ bir istidad verildiği için; esfel-i safilînden tâ a’lâ-yı illiyyîne, ferşten tâ arşa, zerreden tâ şemse kadar…… nihayetsiz sukut ve suuda giden iki yol onun önünde açılmış bir mu’cize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i san’at olarak şu dünyaya gönderilmiştir….23. Söz..)
AHSEN-İ TAKVİM
Derk eyle kıymetini beni Âdem ül insan
Ahsen-i takvim üzre halk olmuşsun hususan..
Fıtratında bahşolmuş çok câmî bir istidâd
Sukut ve suûduna konulmamış hiçbir had..
Esfel-i safilînden a’lâ-yı illiyyîne
Sınır yok maniâ yok kesb-i meratîbine
Önünde binbir türlü tekâmül-ü derecât
Veya tedenni için ma-teessüf derekât..
Ey insan! önündedir bir meydân-ı imtihan
Kesb-i hasenât eyler insan olan bir insan..
Şükrünü müdrik ol ki netice-i hilkat’sin
Bir acib sun-u bedî eser-i hakikat’sin..
A’lâ-yı illiyyîne sevk eder nûr-u iman
Derecât ve hasenât kesbeder böyle insan..
Hem de Cennet’e lâyık bir âli kıymet alır
Defter-i hasenât’ta bir hüsn-ü kayıt kalır..
Esfel-i sâfilîne düşürür küfr-ü zulmet
Cehennem için ehil ne elim bir vaziyyet..
Rabb-i Rahim nezdinde iman büyük intisab
San’at-ı İlahi’nin tezâhürüne nisâb..
Küfür, o intisâb’ı keser yazık kat’eder
İnsan’ı şekâvet’le perişan bedbaht eder..
Bu kat ile gizlenir San’at-ı Rabbaniye
Hak’tan udûl edenler fâniye ve zâile..
İnsan elbet nümûne Rabbâni bir san’at’a
Bir misal-i musaggar asâr-ı kâinat’a
İnsan bütün esmanın cilvelerine mazhar
Üzerinde işlenmiş bin nukûş-u manidar..
Manidar nakışları okutur îman nuru
Nukûşu vâzıh okur mü’minler’in şuûru..
Ehl-i îman üstünde cilve-i Samedâni
Böyle tezahür eder hem san’at-ı Rabbani..
İnsanı insan eder Mevla’ya teabbud’u
İntisab-ı iman’la ne yüksektir suud’u..
Mahlukât’ın fevkinde insan’ın i’tilâsı
Hulk’unu tezyin eder iz’ân’ı ve ihlâsı..
İnsan bu kemalât’la Cennet’e ehil elyâk
Emr-i bil ma’ruf için gayreti pür iştiyâk..
İnsanı tenvir eder iman parlak bir nurdur
Mektûbat-ı Rabbâni bu nur ile okunur..
Şu kitâb-ı kainat şu nur’la ziya bulur
Mâzi ile müstakbel zulümattan kurtulur..
Elbet iman hem nurdur hem kuvvet-i manevi
Nûr-u iman’la meşbû mü’minler’in can evi..
Sâhib-ül iman kişi ref eder zulümât’ı
Def eder iman ile savlet-i hücumât’ı
Mü’min’in lisanında “Tevekkeltü alallah”
İltisâk-ı iman’la cümle bulurlar felah..
Mü’minler emvâl’ini Hakk’a emanet eder
Hayat sefinesinde emniyetle seyreder..
Pek çok menzilden geçer uzun bir yolda insan
Ferah ü eman verir elbet şuûr-u iman..
Kabirde ve berzahta iman’dır ışık veren
Bu nur Dâr-ı Beka’ya suhûletle gönderen..
İman nûru tevhide teslim’e ışık saçar
Teslim tevekkül ile Cennet’e bir yol açar..
LÜGATÇE:
Derk eyle : Farkına var idrakine var.
Ahsen-i takvim: İnsana Allah CC tarafından verilen en güzel ve en mükemmel biçim.
Fıtrat: yaradılış özelliği,
Bahş olmuş: Verilmiş bağışlanmış
Câmî: Geniş kapsamlı, geniş spektrumlu,
İstidâd: Kabiliyet, yetenek
Sukut : Alçalma, değer yitirme, değer kaybetme,
Suûd:Yükselme, yüksek derecelere çıkma, ahlaken yüksek konuma geleme,
Had: Sınır, limit, kapasite
Esfel-i safilîn: İnsanın ahlaken ve moral değerler olarak en aşağı dereceye düşmesi. A’lâ-yı illiyyîn: İnsanın ahlaken ve moral değerler olarak en yukarı en üst mertebeye çıkması, cennette çok yüksek bir makama ulaşma,
Maniâ: Engel, sınır, mani
Kesb-i meratîb: Yüksek mertebeler kazanmak, yüksek derecelere ulaşmak, Tekâmül-ü derecât :Yüksek derecelere ulaşma yeteneği kazanma,
Tedenni: Gerileme, alçalma, seviye kaybetme,
Ma-teessüf : Çok yazık, ne yazık,..
Derekât: Aşağı seviyeler, alt mertebeler, düşük seviyeler,..
Kesb-i hasenât: Hayırlı ameller kazanmak, güzel ve faydalı işler başarmak,
Şükrünü müdrik: Bir işin değerini bilmek, eldeki bir nimete şükretmeyi bilmek, Cenab-ı Hakk’ın verdiği nimetlerin şükrünü idrak etmek,
Netice-i hilkat: Kur’anı Kerim’de insanın yaratılışı ile ilgili ayetlerde vurgulandığı gibi yaratılış sebeplerinin sonucunun insanın bu dünyaya gönderilmesi oluşu, tasavvufa göre insanın tür olarak yaratılışta öncelikle gözetilmiş olması. Acib: Hayranlık verecek bir durumda olma ,
Sun-u bedî : En güzel bir şekil ve surette yaratılmış olan,…
Eser-i hakikat:Gerçek amacına uygun olarak ortaya çıkma, dünyaya gönderilme.
Derecât: Dereceler, mertebeler ,
Hasenât: hayırlar, güzellikler,..
Kesb eder: Kazanır, elde eder,
Âli: Yüksek, yüce,..
Defter-i hasenât: Hasenelerin, sevapların, güzel amellerin kayıt edildiği defter, Hüsn-ü kayıt: Güzel bir kayıt, insanın lehinde şahitlik edecek insanın güzel amellerini gösterecek kayıt. Küfr-ü zulmet: Küfrün inkârın elem verici karanlığı,
Cehennem için ehil: Cehenneme girmeyi, ceza görmeyi hak etme,
Elim bir vaziyyet: acıklı bir durum, insanı büyük üzüntüye sevkeden bir durum.
İntisab: Bir makama baş vurma, birinin himayesine girme, kul olduğunu idrak ederek Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve şefkatine sığınma,…
San’at-ı İlahi: Cenab-ı Hakk’ın bu dünyada binlerce tezahürü binlerce örneği olan san’at eserleri, Tezâhürüne nisâb: İman duygusunun Cenab-ı Hakk’ın san’at eserlerini takdir etmeyi sağlayan ölçüler mertebeler kazandırması
Kat’eder: Bağlantısını koparır, keser,..
Şekâvet: Bela musibet, insanı üzen perişan eden haller,….
Bedbaht : acı sonuçlara maruz kalan, üzüntü ve bela içine düşen,
Hak’tan udûl edenler: Hak yoldan ayrılanlar, Udûl:Ayrılma, sapma,… Fâniye: Fenalık ve yokluk içine düşme, hedefinden sapma, gelip geçici olma,..
Zâile: Ömürde yapılan işlerin boşa gitmesi, faydasız yere geçip gidip kaybolması,…
Nümûne:örnek,
Rabbâni bir san’at: Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kudretiyle yarattığı san’at eserleri, Misal-i musaggar: Küçük ölçekli bir örnek, prototip,
Asâr-ı kâinat: Kainatta yaratılan mevcut olan eserler,…
Esmanın cilvelerine mazhar: Cenab-ı Hakk’ın binbir isimlerinin tecelli ve yansımalarına karşı gelme, bunlarla derece kazanma, bunlara maruz olma,
Nukûş-u manidar: Pek çok gizli anlamı olan, hayranlık uyandıracak şekilde güzel işlenmiş nakışlar,… Nukûşu vâzıh okur: Nakışları çok açık okur,
Vâzıh: Çok açık anlaşılır
Mü’minler’in şuuru:İmanlı kişilerin idraki
Ehl-i îman: İman sahipleri,…
Cilve-i Samedâni: Cenab-ı Hakk’ın binbir isimlerinin bu dünyada yansımaları,….Tezahür eder: açığa çıkar, kendisini gösterir,… Mevla’ya teabbud: Cenab-ı Hakk’a kullukta bulunma, Cenab-ı Hakk’a abd ve kul olma, İntisab-ı iman: İman derecelerini kazanarak Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanan kullar kafilesine dahil olma, iman gücü ve kuvveti ile Cenab-ı Hakk’ın rızasına nail olma,…
Suud: Yüksek dereceler kazanma, yükselme, ahlaken çok üst mertebelere çıkma,…. Mahlukât’ın fevkinde: Cenab-ı Hakk’ın yarattığı bütün canlıların üzerinde,… İnsan’ın i’tilâsı: İnsanın yükselmesi, ahlaken üst mertebelere çıkması,….Hulk’unu tezyin eder: ahlakını süsler, ahlakını güzelleştirir,..
İz’ân: Yaptığı her işte Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmayı amaçlama ,
İhlâs: Büyük bir samimiyetle ameller işleme, adeta Cenab-ı Hakk’ı görür gibi ibadet etme, davranma, düşünme,… Kemalât: Güzellikler, hayırlı ameller, olgun davranışlar,…
Cennet’e ehil : Cennet’e girmeyi hak etmiş,
Elyâk: layık, uygun, münasip,…
Emr-i bil ma’ruf: Temel islam inancına göre bütün mü’minlerin kendisine emredilen farz olan ibadetleri en iyi şekilde yerine getirmeye gayret etmesi,…
Pür iştiyâk: Bir işi tam bir şevk arzu ve hevesle yerine getirme duygusu,….
Tenvir eder: Aydınlatır, ışıklandırır,…
Mektûbat-ı Rabbâni: Kainatta Cenab-ı Hakk’ın eseri olduğunu gösteren bütün san’at eserleri, iman nuru ile okunabilecek ilahi satırlar, yazılar, mektuplar,…
Kitâb-ı kainat: Bir kitap gibi özenle dikkatle mükemmellikle yazılmış gibi görünen kainat içindeki bütün canlı ve cansız varlıklar,…
Mâzi ile müstakbel zulümattan kurtulur: Geçmiş ve gelecek zamanlar ve bunlar içinde yaşanalar iman nuru ile karanlıktan kurtulur, aydınlığa kavuşur….
Meşbû: Dopdolu, doldurulmuş, doygunluğa erişmiş,…..
Sâhib-ül iman kişi: İman sahibi kişi,
Ref eder zulümât’ı: Karanlığı kaldırıp aydınlığı getirir.
Def eder : savuşturur, uzaklaştırır,…
Savlet-i hücumât’:İslam düşmanlarından, şeytanlardan, şerli kişilerden gelen ağır ve tehlikeli hücumlar… Mü’min’in lisanında “Tevekkeltü alallah”: Mü’minlerin dilinde işlerinde yapılacak her türlü tedbiri aldıktan sonra neticeyi ve başarıyı Allah (CC)dan beklemeyi gerektiren tam bir teslimiyet ifadesi. Yapılan gayretlerden sonra neticeyi Allah’dan CC ummak. İltisâk-ı iman’: İman gücüne dayanarak, kaynağını iman nurundan alarak,… Cümle bulurlar felah: Hepsi kurtuluşa selamete ererler.
Emvâl’: Maddi manevi sahip olunan bütün varlıklar,… Hayat sefinesinde emniyetle seyreder: Hayat gemisinde güvenle emniyetle seyahat eder… Menzil: Durak, konaklama yeri,…
Ferah ü eman: İç huzuru ile tam bir güven duygusu
Şûur-u iman.:İmanın kazandırdığı şuur, imanla kazanılan iç huzuru
Berzah: İnsanın ölümünden sonra haşirde diriltilene kadar geçen uzun zamanda uğradığı maddi gözle görülemeyen konaklama yeri, yerleri…
Dâr-ı Beka’: Ebedi Alem, bu dünya hayatından sonra sonsuza kadar bütün insanların kalmak üzere gönderileceği ebedi alem. Suhûlet: Kolaylık, hafiflik,
Tevhid: Allah’ın birliğine inanma duygusu
Teslim: Tevhid inancına tam sahip olarak kaderini Cenab-ı Hakk’ın kudret eline bırakma, Kayıtsız şartsız büyük samimiyetle Cenab-ı Hakk’ın tedbirine inanma, teslim olma.
Teslim tevekkül ile Cennet’e bir yol açar: Teslim ve tevekkül duygularına sahip olarak Cennet’e ulaşmaya hak kazanma,…
AHSEN-İ TAKVİM: İnsana Allah CC tarafından verilen en güzel ve en mükemmel biçim.
“Ahsen-i takvîm” ifadesi, “Andolsun ki biz insanı en güzel şekilde yarattık” (et-Tîn 95/4) meâlindeki âyette geçmektedir. Yaratıkların en mükemmeli olan insandaki güzelliğin kaynağı, bazı âyet ve hadislerde dile getirildiği üzere, Allah’ın onu “tesviye etmesi”, “kendi eliyle” yaratıp ruhundan üflemesi (bk. Sâd 38/72), kendi sûreti üzere yaratması (bk. Buhârî, “Eẕân”, 11; Müslim, “Birr”, 32) ve onu yeryüzünde kendine halife kılmasıdır (bk. el-Bakara 2/30).
İnsan, bazılarına göre hem ruh hem beden, bazılarına göre ise sadece ruh yönünden yaratılmışların en güzelidir. Birincilere göre ruh güzelliği daha önemli olmakla beraber, o vücut ve şekil itibariyle de yaratılmışların en güzelidir; tam mânasıyla mükemmel bir varlıktır.
Defne ismi de tıpkı diğer isimler gibi özgün bir anlama ve kökene sahiptir. Defne isminin anlamı, TDK’ya göre ; Güler yüzlü, sevinçli.
Defnegillerden, yaprakları güzel kokulu, kış yaz yeşil kalan bir ağaçtır. Ülkemizin dört bir yanındaki verimli coğrafyanın bereketli topraklarında bol miktarda yetişen tarihi ta mitolojik çağlara ulaşan asil bir ağaçtan bahsedelim bu hafta. Defne…
Ülkemizin önde gelen uçucu yağ ve aromatik bitkilerinden birisi olan defne (Laurus nobilis L.)’nin ekonomimizdeki yeri oldukça önemlidir. Yaprağındanbaharat, yağındansabun, parfümvevücut losyonu elde edilen defne bitkisi ilaç sanayinde de değerlendirilmektedir.
BU DÜNYAYA her varlık bir fonksiyonu yerine getirmek için gelir. Bunu, o varlıklara verilen yetenek ve özelliklerden kolayca anladığımız gibi, onların gerek fert fert, gerekse topluluklar halindeki davranışlarında da gözleyebiliriz.
İkiyüz’ün üzerindeki türüyle köpek balıkları, denizlerin farklı derinliklerini aralarında paylaşmış olarak, gece gündüz bir görev başındadır. Onların uykusu yoktur; duracak olurlarsa boğulurlar. Çünkü solunumları, ancak hareket halinde suyun solungaçlardan cereyanıyla mümkün olmaktadır.
Böylece, hiç durmaksızın 24 saat görev yapacak şekilde düzenlenmişlerdir. Denize karışan bir damla kanın kokusunu, hemen hemen o anda kilometrelerce öteden alırlar ve bir anda orada beliriverirler. Keskin koku kabiliyetleri, doymak bilmeyen iştahları ve parçalayıcı aletleriyle, denizin temizlenmesindeki görevlerini, herhangi bir aksamaya meydan vermeksizin yerine getirirler.
Hayvanlar âleminde, üstelik maddi boyutlarla tamamen ters orantılı bir şekilde, her zaman muhteşem bir terbiyenin eserlerini görürüz.
Meselâ ayaklarımız altında ezilip giden karıncanın binlerce türünden her bir türünde, benzer kanunları kullanmak suretiyle, fakat birbirinden tamamıyla ayrı şekillerde uzmanlaşmış olarak, farklı san'atlar icra edilir. 5 bin kadar karınca türünün hepsi de sosyal bir düzene sahiptir. Yuvalar kurarlar, aralarında görev bölümü yaparlar, hiç şaşmayan bir düzen içinde toplum hayatını sürdürürler. Fakat bu arada, türlerden her biri, ekmeğini ayrı bir san'atla kazanmaktadır.
Yaprak kesen karınca, ağaçlardan hilâle benzer şekilde kestiği yaprakları, yelken gibi sırtında taşır, yuvanın mantar bölmelerine getirir. Burada rutubet ve sıcaklığı belli bir seviyede tutarak mantar yetiştirecektir. Rutubet düşerse yapraklar ıslatır; yükselirse dışarı çıkarılıp havalandırır ve seracılığın bütün gerekleri, hassasiyetle yerine getirilir.
Yeryüzü milyarlarca yıl süren maceraları yaşadıktan sonra, milyonlarca canlı türüne beşiklik yapacak bir şirin gezegen halini almıştır. Fakat bu sadece bir ara merhaleden ibarettir. Asıl hedefe, her zerresinden bir hayat fışkıracak şekilde bu gezegen üzerinde sayısız canlıların yaratılması ve yaşatılmasıyla ulaşılacaktır. Nitekim öyle de olmuştur.
Bir kuşun yumurta kabuğunu delerek dünyaya çıkması, o ana kadar sürüp giden hadiselerin mükemmel bir sonucudur; nihayet bir yumurta sarısından cıvıl cıvıl bir canlı yaratılmıştır. Ve bu canlının vücudunda pek çok sistem iç içe işlemektedir.
Fakat çıkan yavru kuş daha büyüyecek, gelişecek, tüyleri yenilenecek, nakış nakış işlenmiş bir elbiseye kavuşacaktır. Daha da ötesi, kuş yetişkin hale geldiğinde, nerede, ne zaman, nasıl kazandığına kimsenin akıl erdiremediği bir beceri ile, etraftan topladığı malzemeyi bir yerlere taşıyacak, bunları ekleyecek, düğüm atacak, saracak, sarmalayacak, evirecek, çevirecek, bir sepet örecek ve içine oturup yavrular yetiştirecektir.
Kâinatta her türlü hareket ve faaliyet yakından incelenirse birlik özelliği ve mührü göze çarpar. Her yanda her köşede sürekli bir faaliyet müşahede edilir.
Biz bulunduğumuz yerden teleskoplarımızı uzaya çevirdiğimizde, âşinâ olduğumuz şeylerle karşılaşırız: gezegenler, yıldızlar, nebulalar, galaksiler... Bütün bunlardan bize haber getiren, her zaman etrafımızda gördüğümüz ışıktan veya yine onun kadar senli benli olduğumuz diğer dalga boylarındaki radyasyondan başkası değildir. Biz oralara bakarken, “Sakın ışık olarak gördü-ğümüz bu şėy, bizim bildiğimiz ışıktan başka bir şey olmasın” gibi vehimlere kapılmayız.
İki milyar ışık yılı uzaktaki bir galaksinin tayfını incelerken gördüğümüz helyum çizgisi, bize bu elementin orada da bulunduğunu bildirir.
Diriliş coşkusu veren ve ruhları okşayan demlerin faslı nesim-i nevbahar ve en tatlı hayallerle geçen yaz aylarından sonra ayakların tekrar gerçeklerle temas etmeye başladığı ilk aydır eylül…
Mevsimlerin insan hayatıyla benzer yönleri vardır. Çocuklukta, gençlikte insan hep
hayal kurar, “şöyle yapsam, böyle yapsam..” şeklinde. Bahar mevsimi insanın gençlik (şebabet) dönemini andırırken Yaz mevsimi insanın olgunluk dönemine benzer. Rüzgar gibi geçen bu dönemde birtakım düşüncelerini gerçekleştirmeye çalışır. Sonbahar ise artık kışın yaklaştığı, yani yolun sonunun göründüğü mevsimdir. Sıkıntılar, dertler bu dönemde başlar. Bu yüzden güz, hüzün mevsimidir. Bir başka deyişle “ağır ağır çıkılan merdivende eteklerin güneş rengi bir yığın yaprak”la dolduğu bir mevsimdir hazan…Bahardan ve yazdan sonra gelen hüzün…
KİTAP: Arapça’da kitâb “toplamak, bir araya getirip dikmek, bağlamak; yazmak, istinsah etmek” anlamlarına gelen ketb kökünden türemiş bir masdar olup yazılarak bir araya getirilen bilgilerle bunların yazıldığı malzemeyi ifade eder. İslâmî literatürde kitap “Kur’ân-ı Kerîm, vahiy, mektup, belge, iki kapak arasında toplanmış bilgi, bir eserin ana konularından her biri” gibi çeşitli anlamlarda kullanılmıştır.
Ortaya çıkışından itibaren kitabın tarihinde malzeme ve şekil bakımından birtakım değişiklikler meydana gelmiştir. Günümüze ulaşan ilk kitaplar eski Ön Asya medeniyetlerine ait çivi yazılı tabletlerdir. Tarihi Sumerler’e uzanan, fırınlanmış veya kızgın güneşte kurutulmuş bu kil levhalar, genellikle okul olarak da kullanılan tablet evlerinde (edubba) veya saray ve mâbedlerin arşivlerinde muhafaza edilmekteydi. Bunlar birbirine tesbit edilmemiş, raflarda yan yana konulan levhalar halindeydi.
Asur İmparatoru Asurbanipal’in (m.ö. 669-629 [?]) dünyanın en eski kütüphanesi diye bilinen Ninevâ’daki tablet evinde 20.000 tablet bulunmuş (halen British Museum’dadır) ve bunların hükümdarın çeşitli yerlere gönderdiği, özel kâtipler tarafından kopya edilen eski Sumer ve Akkad edebî, ilmî metinlerinden oluştuğu görülmüştür (Nuray Yıldız, Eskiçağ Kütüphaneleri, İstanbul 1985, s. 10-37.).
Kur’an’a göre Tûr dağında Hz. Mûsâ’ya verilen kutsal metinler de (ahd) levhalara yazılmıştı (el-A‘râf 7/145, 150, 154). Özel bir sandıkta (tâbûtü’l-ahd) korunan bu levhalar mevcut Tevrat’a göre taştandı (Concordance, “Tablet”, s. C1155).
Birbirine raptedilmiş yapraklardan meydana gelen ilk kitaplar Mısır’da bulunan tomarlardır. Milâttan önce III. binyılın ilk yarısında ortaya çıkan bu kitaplar, “cyperus papyrus” denilen bitkiden yapılmış kâğıt varakların birbirine yapıştırılmasıyla elde edilen ve ortalama enleri 30 cm., boyları 6-7 m. kadar olan şeritler halindeydi.
Homeros’un eserlerinin kırk sekiz rulo tuttuğu bilinmektedir (Yıldız, s. 30). Mısır papirüsleri içinde, I. Sesostris’in (m.ö. 1970-1936) tahta çıkışıyla ilgili olan tomar gibi metni açıklayıcı resimler ihtiva edenler de bulunmaktadır (N. Levarie, The Art and History of Books, New Castle 1995, s. 1, 2, 10, 11, 20.).
Grekçe yazılmış en eski resimli kitap ise milâttan önce 165’e tarihlenen Eudoxus’un astronomiye dair papirüs tomarıdır (a.g.e., s. 10, 11). Papirüs tomarları başta Romalılar olmak üzere daha sonra çeşitli milletler tarafından benimsenmiş ve Ortaçağ’da yahudi dinî kitapları ile devrini tamamlamıştır.
Batı dillerinde “kitap” demek olan bibl kelimesi de papirüsün ihraç edildiği başlıca liman olan Byblos’tan (Biblos, Lübnan’ın Cebâil Limanı) gelmektedir (a.g.e., s. 10).
İslâm dünyasında iki kapak arasındaki sayfalardan oluşan ilk kitap, Hz. Ebû Bekir devrinde bir araya getirilen ve Hz. Osman dönemindeki istinsahta esas alınan mushaftır (bk. MUSHAF). İslâm dininde ilme verilen büyük önem ve kâğıdın yaygınlaşması, sahâbe döneminden başlayarak bilginin yazıyla kayıt altına alınmasını sağlamış, II. (VIII.) yüzyılın birinci yarısından itibaren çeşitli konulara dair kitaplar ortaya çıkmaya başlamıştır. İbn Ebû Zi’b, İmam Mâlik, İbn Cüreyc, İbn İshak, İbn Ebû Arûbe, Ma‘mer b. Râşid, Evzâî ve Süfyân es-Sevrî’nin eserleri bunlardandır (Mustafa M. el-A‘zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı (trc. Hulusi Yavuz), İstanbul 1993, s. 30-32, 104, 132, 133, 136, 137, 143, 148-149.).
Abbâsîler döneminde hızla artan özel ve genel kütüphanelerde sayıları bazan yüz binlerle ifade edilen kitaplar vardı. Aslında ezber geleneğini sürdüren Araplar’da yazı yazma bir eksiklik sayılırdı.
Kitâbü’l-Ḥayevân’ın başında yazı ve kitabın önemine dair bir bölüm ayıran Câhiz’in, “Kitabı ayıpladın; halbuki ben ondan daha iyi komşu, daha insaflı ortak, daha uyumlu yoldaş, daha mütevazi öğretmen ve daha yeterli, yanlış yola saptırmayan, bıktırıp usandırmayan ... arkadaş görmedim” (Kitâbü’l-Ḥayevân, I, 41) sözleri bu geleneğe karşıdır. Fakat kitabın yaygınlaşmasına rağmen bilgiyi hâfızaya alma geleneği yine de sürmüştür.
Müellifler, bazan binlerce sayfa tutan teliflerini hâfızalarından dikte ettirebilirlerdi. Telifte kaynak vermeye büyük özen gösterilir, imlâ meclislerinde belli bir usule göre istinsah edilen eserler için semâ kayıtları tutulurdu (J. Pedersen, The Arabic Book (trc. G. French), New Jersey 1984, s. 14, 15, 23-30, 37, 43, 46, 51, 73, 93-100, 104, 117, 119.). İmlâ hatalarını önlemek için de “edebü’l-kâtib” türü eserler kaleme alınmıştır.
Kitabın değerine göre hattına ayrı bir önem verilir, güzel yazının okumayı teşvik ettiği düşünülürdü. Kitapçılar esere, yazarına, nâdir olup olmayışına, cilt, yazı ve tezhibine göre değer biçerlerdi. Kitap botanik, zooloji, tıp, mekanik gibi bir dalda ise açıklayıcı resimler konurdu. Değerli edebî eserler, özellikle şiir kitapları genelde ta‘likle yazılır, tezhiplenir ve konusuna göre minyatürlerle süslenirdi. Kitabın cildi büyük önem taşırdı. Kitaplar akrâbâzîn türünde olduğu gibi işlevlerine göre cepte, kuşakta, çizme ve çantalarda kolay taşınabilecek boyutlarda küçük veya evlerde, kütüphanelerde muhafaza edilebilecek boyutlarda büyük yazılır ve ciltlenirdi. (Turhan Baytop, “Akrâbâzîn”, DİA, II, 287.)
Emevî ve Abbâsîler’den itibaren kitaba büyük değer verilmiştir. Hârûnürreşîd ve Me’mûn, Bizans’a karşı kazandıkları zaferlerden sonra savaş tazminatı olarak Antikçağ filozoflarının henüz Arapça’ya çevrilmemiş kitaplarını istemişlerdir (S. Hunke, İslâm’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde (trc. Servet Sezgin), İstanbul 1975, s. 266, 277.)
(XVI.) yüzyılda İslâm dünyasındaki herhangi bir özel kütüphanede bulunan ortalama kitap sayısı, aynı dönemde Batı’nın bütün kütüphanelerinde bulunan kitap sayısından fazlaydı (a.g.e., s. 277). Fernand Grenard, Batı’da V. Karl’ın (Charles-Quint) 900 ciltlik kütüphanesiyle iftihar edildiğini, halbuki daha dört asır önce İspanya’daki halifenin sarayında 400.000 cilt kitap olduğunu yazar (F. Grenard, Asyanın Yükselişi ve Düşüşü (trc. Orhan Yüksel), İstanbul 1970, s. 31-32.).
Yazıya ve yazılı nesnelerin tamamına “bitik” diyen Türkler kitapla İslâm öncesinde, Uygurlar’ın Budizm’i kabul ettikleri dönemde tanışmışlar ve oluşturdukları dinî ağırlıklı zengin edebiyatın ürünlerini kitaplar halinde kaleme almışlardır. XX. yüzyılın başlarında Alfred von Le Coq tarafından Hoço kazılarında Mani yazmaları arasında bulunan iki deri cilt parçası Uygurlar’ın ciltçiliği de öğrendiklerini ve yüksek bir sanat düzeyine ulaştırdıklarını göstermektedir. (1)
TDV İslâm Ansiklopedisi, 26.Cild, sayfa 120-121, Ankara, 2002.
Çok geniş bir kapsamda üzerinde durulması gereken bir konu olan ve binlerce yıldan günümüze intikal eden basılı kitaplar üzerinde şimdilik ancak kısa bir özetle yetinelim. Şu günlerde devam eden büyük bir kültürel faaliyet olan Kocaeli Kitap Fuarı’nı çok kıymetli dostum Çevre Mühendisi İlkin Doydum Bey’le gezerken hatırıma gelen ‘Kitap’ hakkındaki duygularımı yansıtan şiirimi aşağıda dikkatinize sunmak istedim:
K İ T A P
Kitaplar var lezzetle okunup tadılmalı
Uyurken baş ucunda yeni lezzet almalı
Kitapların bazısı bir soluk yutulmalı
Sellerde kalmış gibi nefesler tutulmalı..
Bir kısmı kitapların yavaşça çiğnenmeli
İnsan bir ılık gölde yıkanıp dinlenmeli
En güzel kitaplarsa iyi sindirilmeli
Mücevher cümlelerin kıymetini bilmeli..
Kitapsız bir hâne ki bir vücut sanki ruhsuz
Yağmura hasret bahçe kuruyup kalmış susuz..
Sayfalar ve bölümler cümleler kelimeler
Gizemli bir alemde bizi gezdirmekteler
Hocamın duasıydı gönlümde kanaviçe
Kitap dolu bir evle çiçek dolu bir bahçe..
Kitaplar incelemek en faydalı bir uğraş
Hakîkat yazan kitap en hayırlı arkadaş
Canlı cansız her varlık kitap gibi yazılmış
Bir Bir’lik turrâsı ki her sayfada kazılmış
Kitapların azîmi şu Kitâb-ı Kâinat
Rabbimiz’e tâzimdir onda binlerce ayât
Ol Kitâb-ı Kainat tefekkürle okunur
İlâhi bir gergefte mârifetler dokunur
Kitapların ser-tâc’ı elbet Kur’ânı Mübîn
Sinesinden Kur’ânın filizlenmiş Yüce Dîn
Nûruyla teskîn eder kalpleri sîneleri
Kur’anın bağrındadır hikmet defineleri
Kur’ân insan ruhuna usanç vermeyen hitap
Ezel Bezmi’nden beri , rehberimiz o KİTAP
Hikmet Erbıyık, 06.06.2020, Beyazıt Kütüphanesi
Lügatçe:-
Turra: Mühür, padişah damgası,padişahın imzası, Azim: En yüce , en büyük Tazim: Saygı, hürmet, Cenab-ı Hakk’ka kulluğumuzu ve hamd ve şükranımızı arzetmek Tefekkür: Bir konu üzerinde dikkatle düşünmek, uzun süre değerlendirme yapmak, bir konuya konsantre olarak düşünmek Gergef: Nakış işleme aleti, genellikle dikdörtgen biçiminde, üzerine nakış işlenecek kumaşın gerildiği, iç içe geçebilen iki çerçeveden oluşan araç. Mârifet: İlim ve fenlerle tahsil olunan malumat, bilgi, Cenab-ı Hakk’ın bizden istediklerini bilme gayreti, Cenab-ı Hakk’ın rızasına ulaşma yolunda kazanılan ilim, irfan, birikim,.. Ser-tac: Baş tacı olan, çok sevilen, hürmet edilen, bir konuda en ileri olan Sine: Göğüs,Teskîn etmek: Yatıştırmak, sakinleştirmek, sükûnet vermek, rahatlandırmak, Define: Hazine, mücevher ve kıymetli taşların bir arada olduğu yer,… Ezel Bezmi: Cenab-ı Hakk’ın ruhları yarattığında ‘’Ben Rabbiniz değil miyim?’’ mealinde sorduğunda ruhlar, ‘’Evet Rabbimizsin’’ diye cevap vermeleri anı, bu sırada gerçekleşen meclis, ilahi meclis
Doğumu: Amasya 1470, Ölümü: Çorlu 21-22 Eylül 1520
Tahta çıkışı: 24 Nisan 1512, Tahttan inişi: 21-22 Eylül 1520
Babası: İkinci Bâyezid, Annesi: Ayşe Hatun
Eşleri: Hafsa Hatun, Ayşe Hatun
Oğulları: Şehzâde Süleyman, Şehzâde Orhan, Şehzâde Musa, Şehzâde Korkut, Şehzâde Salih
Kızları: Beyhan Sultan, Hatice Sultan, Hafsa Sultan, Fatma Sultan, Şah Sultan, Hanım Hatun Sultan, Gevherhan Sultan, Kamerşah Sultan
YAVUZ SULTAN SELİM- OSMANLI TARİHİNİN EN BÜYÜK MAREŞALİ
Dünyanın en büyük cihangirlerinden Yavuz Sultan Selim, 503 yıl önce 21 Eylül’ü 22 Eylül’e bağlayan gece vefat etti. Yavuz’u en iyi Şeyhülislam İbn Kemal’in, şu mısraları anlatır:
Az müddetde çağ iş etmişdi (Az zamanda çok işler başarmıştı.)
Sâyesi olmuş idi âlem-gîr (Onun gölgesi bütün cihanı kaplamıştı.)
Şems-i asr idi asırda şemsün (Sultan Selim, devrinin güneşi idi.)
Zılli memdûd olur, zamânı kasîr (İkindi gölgesi uzar ama zamanı kısadır.)
Öldi Sultân Selîm hayf u dirîğ (Öldü Sultan Selim, eyvah göçüp gitti.)
Hem kalem ağlasun anı hem tîğ (Artık ona hem kılıç, hem kalem ağlasın.)
Yavuz, İran ve Mısır'a yaptığı iki seferiyle imparatorluğun doğu ve güneyini emniyet altına almıştı. Batı'ya sefere çıkmak istiyordu. Ancak bu seferin kuvvetli bir donanma olmadan gerçekleşemeyeceğini biliyordu. İstanbul'daki tersaneyi büyütüp yeni gemiler yapılması için emir verdi. İstanbul'a gelen Venedik ve İspanya elçilerine iyi muamele edildi. Macaristan'la ateşkes uzatıldı.
YAVUZ'UN BÜYÜK ÖNGÖRÜSÜ
Hedef Rodos'tu, ancak Yavuz hazırlıkları yeterli görmüyordu. Hasan Can, oğlu Hoca Sadeddin Efendi'ye meseleyi şöyle anlattı:
"Seferin yaklaştığını işittik. Lakin padişahın hâlinden buna dair bir şey hissetmezdik. Bir gün Eyyüb'ül-Ensari'nin ziyaretine gitti. Eyüp'te Fatiha okurken kaptan paşanın kadırgasının Eyüp'e doğru geldiğini gördü ve 'Henüz sefer kararlaştırılmamışken bunu kimin emriyle denize indirdiler' diye kızdı. Kaptanıderya Cafer Paşa'nın idamını emretti.
Ancak Veziriazam Piri Paşa devreye girerek yeni inşa olunan geminin denenmesi için denize çıkarılması gerektiğini söyleyerek kaptan paşayı affettirdi.
Yavuz, bu sefer vezirlerine dönüp, 'Ben cihangirliğe alışmış bir padişahım. Siz beni bir kale fethine götürmek istersiniz. Kale almanın birinci şartı baruttur. Kaç aylık barutunuz var?' diye sordu. Vezirler zahire miktarını söyledilerse de barutun ne kadar olduğunu ancak ertesi gün söyleyebildiler. Dört aylık barut vardı. Yavuz, bu cevap üzerine vezirlerine kızgın bir şekilde bakarak 'Ceddim (Fatih) zamanındaki utanç unutulmamış iken onu iki kat mı yapmak istersiniz? Bizzat gitmemi düşünüyorsunuz. Gidip de eli boş dönecek olursam hiçbiriniz sağ kalmaz. Rodos'un zaptına dört aylık barut yetişir mi? Siz Rodos'u dört ayda değil altı ayda dahi alamazsınız. Belki sekiz veya dokuz ayda alınabilir' buyurdular. Daha sonra, 'Bize sefer yok, meğer sefer ahrete ola' dediler".
Nitekim Yavuz'un tahmini çıktı. Oğlu Kanuni, Rodos'u 9 aylık kuşatmayla fethedecekti.
HASTALIĞI İYİCE ARTTI
Yavuz ömrünün son günlerinde Edirne'ye gitmişti. Buraya gitmeden önce sırtında çıkan "şirpençe" denilen bir çıbandan muzdaripti. Bu çıbanı hamamda sıktırıp ovdurtması ve ardından Edirne'ye atla gitmeye çalışması hastalığını iyice artırdı. Padişahın hastalığı artınca Çorlu yakınlarında babası ile savaştığı yerde 40 gün konaklandı. Yavuz'un hastalığı günden güne iyice ağırlaştı.
Sultanın hastalığı boyunca yanında gece gündüz musahibi Hasan Can vardı. Büyük hükümdarın son günlerinde ikisinin aralarında şu konuşma cereyan etmişti:
Yavuz, musahibine "Hasan Can bu ne hâldir?" diye sorunca, Hasan Can, "Sultanım Cenab-ı Hakk'a teveccüh edip Allah'la beraber olacak zamandır" cevabını verdi. Yavuz, "Bizi bunca zamandan beri kiminle bilirdin? Cenabı Hakk'a teveccühümüzde kusur mu gördün?" deyince Hasan Can, "Haşa ki bir zaman zikri Rahman'dan şaştığınızı görmedim. Lâkin bu zaman başka zamana benzemediğinden ihtiyareten cesaret eyledim" dedi.
Yavuz, bu cevaptan sonra Hasan Can'a "Sure-i Yasin tilavet eyle" dedi ve onunla birlikte okumaya başladı. Yasin Suresi'nin ikinci okunuşu sırasında "Selam" ayetine gelindiği zaman Yavuz Sultan Selim ruhunu teslim etmişti. Tarih 1520 yılının 21 Eylül'ünü 22 Eylül'e bağlayan geceydi. Doktorları tarihi kayıtlara göre yaptıkları incelemeler sonucunda Yavuz'un ölüm sebebinin "şarbon çıbanı" veya "diyabetin vücuttaki tahribatının neticesi olduğu" tahmin ediliyor.
Ölümü tek oğlu olmasına rağmen asker arasında karışıklık çıkmaması için, önceki hükümdarlarda olduğu gibi yeni padişah gelene kadar saklandı.
KANUNİ'YE MUHTEŞEM MİRAS
Osmanlı padişahları içerisinde en şanslı olarak tahta çıkan kişi Kanuni Sultan Süleyman'dır. Tek erkek çocuk olması yüzünden kardeşleriyle mücadele etmek zorunda kalmadan, babasının kısa sürede oldukça kuvvetlendirdiği ve zenginleştirdiği Avrupa'nın en büyük devletinin başına geçmiştir.
Kanuni tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu arazi, nüfus ve bütçe açısından Avrupa'daki devletlerin her birinden daha büyüktü. 1525-1526 yılı Osmanlı bütçesinde, devletin gelirleri 9.5 milyon duka altınıyken, aynı yıllarda İspanya'nın gelirleri 9 milyon, Fransa'nınki 5 milyon, Venedik'inki 4 milyon altındı.
Yavuz'un tahta çıktığı sırada Osmanlı İmparatorluğu için büyük bir tehlike olan Safeviler, onun hükümdarlığında sindirilmişti. Yine Mısır ve Suriye alınarak Hint ticaret yolu Osmanlı denetimi altına sokulmuştu.
Yavuz Sultan Selim'in doğu ve güneydeki tehlikeleri ortadan kaldırması, Kanuni devrinde Avrupa'ya karşı rahat hareket edilebilmesini sağladı. Bu sayede de Osmanlılar Avrupa'nın bugüne kadar gelen siyasi çehresinin oluşmasında önemli rol oynayabildiler.
Yavuz Sultan Selim, ömrünün son yıllarında tersaneleri genişletip sayılarını artırarak Osmanlı deniz kuvvetlerini güçlendirdi. Avrupalılarla yapılan mücadelenin sadece kara kuvvetleriyle başarılamayacağını anlamıştı. Denizcilik sahasında yaptığı hazırlıklar Kanuni devrinde denizlerde Avrupalı devletlere karşı kazanılan başarıların altyapısını hazırladı.
OSMANLI TARİHİNİN EN BÜYÜK MAREŞALİ
Yavuz Sultan Selim, ortadan uzun boylu, kırmızı ve yuvarlak yüzlü, koç burunlu, çatık kaşlı, sert bakışlı, sakalı tıraşlı, bıyıklı, asabi mizaçlı bir hükümdardı.
Çok cesur ve sertti. Gerçek bir harp dehası olan Yavuz Sultan Selim, Osmanlı tarihinin en büyük mareşali idi.
Devlet hazinesinin dolu olmasını ister, israf ve ihtişamdan hoşlanmazdı. Hesap yapmadan, bilgi toplamadan ve tedbirini almadan sefere çıkmazdı. Meraklı bir hükümdardı. Mısır'dayken Nil'in kaynağını ve piramitleri araştırtmıştı. Okumayı severdi.
Vassaf tarihini ve diğer tarih kitaplarını tetkik etmişti. Arapça ve Farsça'ya hâkim olan Yavuz Sultan Selim iyi bir şairdi. Farsça bir divanı vardır.
Şam'da Muhyiddin Arabi için bir cami, imaret ve türbe yaptırttı. Konya'daki Mevlana Dergâhı'na da su tesisi inşa ettirtmişti. Oğlu Kanuni ise İstanbul'da babası adına bir cami ve türbe inşa ettirtti. (1)
https://www.sabah.com.tr/yazarlar/erhan-afyoncu/2023/10/01/ortadogu-fatihi-yavuz-503-yil-once-vefat-etti
Üç kıt’ada asırlarca yerleşecek bir imparatorluğun, Osmanlı tarihinin sağlam temellerini atan bu şanlı cihangir Türk-İslam mareşal’i için minnet, şükran ve takdir duygularımızı biz de aşağıda belirtilen dizelerle ifadeye çalıştık:
YAVUZ SULTAN SELIM
(Kıymetli Hemşehrim Dr Yavuz (Sivasi) Delice’ye..)
Selâtin zincirinde en nadîde mücevher
Ömr-ü mübârek’inde pek muhteşem zaferler
Bir azim silsilenin dokuzuncu hünkârı
Onunla parıldamış , devletin itibârı..
Mukaddes emanetler , tevdi olmuş zât’ına
Şan-ü şeref bezenmiş, murassâ hil’âtına..
Cem olmuşken zâtında saltanat’la hilâfet
Kalb-i pâk’inde ayân , iffet ve istikamet..
Yaşamış derûnunda ihlâs ile saffet’i
Vasletmiş İstanbul’a irfân-ı mârifet’i..
İttihad-ı İslam’ın , O en mümtaz dâi’si
O Cihad-ı Ekber’in , korkusuz fedâisi..
Asrının güneşi’ydi , elbette Yüce Hakan
Hem gazâ yollarında , coşkun sel gibi akan..
Nizâmın bânisidir tarihinde âlemin
Âli kadrini müdrik ol vâsi hâk-i zemin..
Musul’dan Cezayir’e hem Hicaz’dan Sûdân’a
Râm eylemiş hükmünü nice mağrur sultan’a..
Taşımış ak sancağı ta Haleb’den Yemen’e
Yayılmış itibârı cümle rû-yi zemin’e..
‘Tih Sahra’sı ne yaman nehâr ve geceleri
Hararet ve ayazdan kahrolmuş niceleri..
Amansız bir sahradır dehşetin de enderi
Pes ettiren Cengiz’i ve Büyük İskender’i..
O Çöl’ü geçmiş Yavuz hem emnü emân ile
Siyanet melekleri yürüdüler Hân ile..
Bahar yağmuru inmiş ‘Tih Sahra’sı çölüne
Akdeniz’i çevirmiş sanki bir Türk gölüne..
Açılmış enginlere Bahr-i Hind sularına
Korku ve kâbus salmış küffar uykularına..
Şân üstüne şân almış Yavuz Selim Mareşal
Elyâk olmuş düşmana hem zilletle izmihlâl..
Gazevât-ı Yavuz’dan unutulmaz Çaldıran
Zâlim’i tedib edip zulmetleri kaldıran..
Ne müthiş bir gazâ’dır o şanlı Mercidâbık
Müzmahil Kansu Gavri kapanmış devr-i sâbık..
Ridâniye Meydanı kanlı dehşetli cidal
Dağıldı ceyş-i düşman çok perişan bî-mecal..
Ömrünü adamıştı O Cihangir-i Güzin
Şânını Muhammed’in(SAV) aleme tebşîr için..
Ona cümle râm oldu devrinin muâsırı
Vermedi başka fetih yazık! Ömr-ü Kâsır’ı..
Fütuhâtla bezedi! elli yıllık ömrünü
Sarfetti Hak yolunda ömrün her bir gününü..
Azmin ve idealin i’tidâlin mâ’kesi
O gözüpek hünkârın çelikten iradesi..
Şîr’ler lerzân olurken ol pençe-i kahrında
Kadere münkâd oldu ömrünün bahârında..
Şir-pençe illetiyle ömrü hitâma erdi
Elli sene ömründe zaferler serteserdi…
Allah (CC) ile beraber tevhid izhâratında
Rabb’ini zikrederdi vakt-i sekerâtında..
Hakk’a yürüdüğü dem tilâvet olur Kur’ân
Sûre-i Yasin okur mihmandâr’ı Hasan Can…
Sana medyûn-u şükran şimdi ahfâd-ı vatan
Müsterih ol kabrinde ‘Yavuz Sultan Selim Hân’…..
Hikmet Erbıyık, 20.11.2020, Yavuz Selim Camii.
Lügatçe:
Ahfad: Torunlar, evlatlar, gençler,..Ayân : Açık , belli, aşikar,…Bâni : Kurucu, tesis edici, müessis,…Bî-mecal : Mecalsiz, dermansız, bitkin, yorgun, halsiz,… Cem olma: Toplanma, bir araya gelme Ceyş : Asker, nefer,…Ceyş-i düşman : Düşman askeri,..Cidal : Muharebe, harb, savaş,…Cihad-ı Ekber : En büyük savaş, İslam dinini yüceltmek için yapılan büyük savaş,..Cihangir : Cihan Padişahı, cihana nam salan çok kudretli hükümdar, devrinin en kudretli sultanı,..Dâi : Çağıran, davet eden, Sebep olan, destekleyen, güç veren, kuvvet veren, Derûn : İçinde , derinlerde , özünde,..Devr-i sabık : Eski devir, geçmiş devir,..Emn-ü eman : Emniyet hali, güvenlik hali, korkulardan emin olma hali, dinginlik hali,..Elyak : Layık, uygun, muvafık,…Fütühat : Fetihler, ülkeler zaptetme, yeni topraklar alma,..Gazâ : Savaş, harb, cihad, Allah(CC) yolunda savaş,..din ve vatan için savaş,…Gazevât : Gazalar, savaşlar, Allah(CC) yolunda savaşlar,..din ve vatan için yapılan savaşlar,…Güzin : Seçilmiş, seçkin, Gözde olan, güzide, çok kıymetli, göz bebeği,..herkesin çok hürmet ve muhabbet beslediği,..Hâk-i zemin : Yeryüzü, yeryüzü toprakları,… Hil’at : Elbise, giysi, kıymetli elbise, padişah elbisesi, Yüksek makamdaki zatların beğendiği kimseye ve takdir edilen zevata giydirdiği kıymetli, süslü elbise. Kaftan.Elbise, kaftan.Kaftan. (Arapça) Hitam : Son, nihayet, sona gelmek,.. Hünkâr : Padişah, sultan,..İrfan : Bilme, anlama. Mârifet. Kalble bilip tanıma. Allahü teâlânın ihsânı olan mânevî, vehbî ilim. Buna ma'rifet de denir. İffet : Temizlik, paklık, namus ve haysiyet,..ar, haya duygusu,..İllet : Hastalık, dert,.. İ’tidal : Dikkatli ve ölçülü davranma, aşırıya kaçmadan ölçülü davranma, ılımlı tavır sergileme, Her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama. Orta hâllilik. Denge, ölçülü olma. (Arapça) İttihad-ı İslam : İslam Birliği, islam ülkeleri birliği,.. İzmihlal: Yenilme, perişan olma, dağılma, zillete düşme,..İzharat : Açıklamalar, duyurmalar, ikrar etme, .. Kabus: Korkulu rüyalar, sıkıntılı rüyalar,.. Kalb-i Pak: Temiz kalb Kâsır : Kısa , yetersiz, kifayetsiz…,Küffar : Kâfirler,..küfre düşmüşler, savaştığımız düşmanlar, …Ömr-ü Kâsır : Kısa ömür, ortalamaya göre daha kısa olan ömür, ..Lerzan : Titreyen, inleyen, perişan olan,.. Mağrur : Gururlu, kibirli,..Ma’kes : Yansıma, aksetme, …Marifet : Allah'ı bilme ve tanıma.İlim, hüner, tanıma.Bilme. (Arapça)…Mihmandar: Misafir ağırlayan, eşlik eden, önemli bir zata hizmet eden,…Muasır : Aynı asırda yaşayan, aynı zamanda yaşayan,…Murassa : Çok süslü, işlemeli, sanatlı ve ihtişamlı, çok kıymetli, çok gösterişli,…çok pahalı,… Süslü, mücevherli, Değerli taşlarla süslenmiş,… Müdrik : İdrak eden , kavrayan,..anlayan,..Mümtaz : Seçkin, seçilmiş, beğenilmiş, methedilmiş, yüksek mevkide olan,..Münkâd : Boyun eğme, ram olma, emrine tabi olma..Müsterih: Rahat ve huzur içinde, istirahat halinde Müzmahil : Yenilmiş, perişan olmuş, dağılmış, zillete düşmüş,…Nadide : Az bulunan, çok kıymetli,.. Nehar : Gündüz…Pençe-i kahr : Kahreden pençe, kahreden el, öldürücü ve çok kuvvetli el,.. Râm eylemek : Hükmünü ve kudretini karşısındakilere kabul ettirmek, karşısındakileri boyun eğdirmek, düşmana boyun eğdirmek,..Rû-yi zemin : Yeryüzü, Saffet : saflık, temizlik,..samimiyetten gelen güzellik,..Sekerat : Ölüm anı, can çekişme anı, emaneti Rabb’ine teslim zamanı,..Selâtin :Sultanlar, padişahlar,…Serteser : Baştanbaşa, bir uçtan bir uca,…Siyânet : Koruma, muhafaza etme, kol kanat germe,.. Şir : Aslan…Şir-pençe : Aslan pençesi denilen bir çıban, (Aslan pençesi) Vücutta ve daha ziyade sırtta çıkan çok tehlikeli bir çıban. (Farsça), Yavuz Sultan Selim Han’ın vefatına sebep olan meşhur çıban, Tebşir : Duyurma, müjdeleme,. Beşaret verme,..Tedib : Cezalandırma, haddini bildirme, şiddetle terbiye etme, pişman ettirme,..Tevdi : Verme, teslim etme, aktarma, uzatma, ulaştırma,…Tevhid izharatı: Son nefeste kelime-i tevhidi okuma, imanını izhar etme, son nefeste kelime-i şehadet getirme,..Tih Sahrası : Gazze ile Kahire arasında bulunan ve geçilmesi çok çetin olan çöl. Tarihte pek çokları bu çölü geçerken telef olmuş, perişan olmuştur. Tilâvet : Kur’an okuma, ..Kutsal dualar ve evrad okuma,..Vâsi : Çok geniş, uçsuz bucaksız, engin, göz alabildiğince,…Vasletmiş : Ulaştırmış, getirmiş,..Zillet : Acınacak duruma düşme, utanılacak düşme, yenilme, utanç içinde olma,..Zulmet : Zulüm, karanlık, karanlıkta kalma, ….
MEVLİD: Hz. Peygamber’in doğumu; doğum yıl dönümü vesilesiyle yapılan törenlere verilen isim; bu törenlerde okunmak üzere yazılmış eserlerin ortak adı.
Sözlükte “doğum yeri ve zamanı” anlamına gelen mevlid kelimesi, İslâm kültüründe özellikle Hz. Peygamber’in doğumunu, bu vesileyle yapılan törenleri ve yazılan eserleri ifade etmek için kullanılır. Mevsim kelimesi de Arap ülkelerinde hem mevlidi hem diğer bayram kutlamalarını ifade eden geniş bir mâna taşır.
Resûl-i Ekrem, İslâm tarihçilerinin çoğuna göre Habeşistan’ın Yemen valisi Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmak üzere Mekke’ye saldırdığı ve Fil Vak‘ası denilen olayın meydana geldiği yıl doğmuştur. Bu hususta görüş ayrılığının bulunmadığı rivayet edilir. Araplar’da “nesî” geleneğini göz önüne alanlara göre bu tarih milâdî 569, diğerlerine göre ise 570 veya 571’dir. Yine genellikle kabul edildiğine göre Rebîülevvel ayının 12’sinde ve gündüz dünyaya gelmiştir. Doğumun pazartesi günü olduğu ise daha sahih rivayetlere dayanmaktadır (aş.bk.). Ayrıca doğum gününün milâdî takvime göre 20 Nisan’a denk geldiği söylendiği gibi bunun doğru olmadığını ileri sürenler de bulunmaktadır (İbn Kesîr, I, 201; Şâmî, I, 405).
Mesnevi'de Hz. Ömer (r.a.) kıssası bu hâli ne güzel aksettirir:
"Rum elçisi, Medine-i Münevvere'ye siyasi bir görüşme için gelir. Halife Hz. Ömer’in sarayını sorar. Sorduğu kimseler:
‘'Halife'nin köşkü yoktur. Onun parlak bir gönül sarayı vardır. Kendisinin dünyaya âid yalnız, fakirlerin ve gariblerin, barındığı gibi bir kulübesi vardır." derler.
Kelime Türkçe’de toplumu oluşturan bireylerin birbiriyle dayanışma ve yardımlaşma içinde olmasını, birbirine güç ve destek sağlamasını ifade eden ahlâk terimi şeklinde kullanılmaktadır. Bugünkü Türkçe’de yeni kelime olarak dayanışma ile karşılanmaktadır.
Kaynaklarda aynı veya yakın anlamda teâvün (yardımlaşma), tezâhür (sırt sırta verme), tenâsur (yardımlaşma), tedâmün (birine destek verme), teâlüf (kaynaşma), teâhî (kardeşlik bağı oluşturma), tevâsül (birbiriyle ilişki kurma) gibi kavramlar geçmektedir. Modern Arapça’da tesânüd yerine daha çok tekâfül kullanılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de tesânüd kelimesi geçmemekle birlikte müminlerin kardeş olduğu ilkesi benimsenerek (el-Bakara 2/220; Âl-i İmrân 3/103; el-Hucurât 49/10) dayanışmanın psikolojik ve ahlâkî zemini hazırlanmış, birçok âyette doğrudan ve dolaylı biçimde dayanışma ve paylaşmanın sosyal ve insanî değeri üzerinde durulmuştur.
Cömert Farsça cevân-merd kelimesinden Türkçeleştirilmiştir. Cömertlik kavramı İslâm ahlâkı literatüründe genellikle sehâ, sehâvet ve cûd terimleriyle ifade edilir. Sehâ ve sehâvet sözlükte “ocağın, içinde kolaylıkla ateş yakılacak şekilde geniş tutulması ve yanmakta olan ateşin alev ve dumanının kolayca yükselmesine imkân hazırlanması” anlamına gelir.
Bu mânadan hareketle gönül zenginliği ve genişliğine de sehâvet denilmiştir. “Bir şeyin yeni, iyi ve sağlam olması”, ayrıca “cömertlik yapmak” anlamındaki cevd veya cevdet kökünden türetilmiş olan cûd da terim olarak sehâvet kelimesiyle eş anlamlıdır (bk. Lisânü’l-ʿArab, “cvd”, “sḫv” md.leri; Râgıb el-İsfahânî, s. 293).
Bazı İslâm ahlâkçıları bu iki terimi cömertliğin farklı dereceleri için de kullanmışlardır (aş.bk.). Kur’ân-ı Kerîm’de sehâ, sehâvet ve cûd kelimeleri geçmemekle birlikte pek çok âyette infak, îsâr, i‘tâ, it‘âm, ihsan, ikram, bezl gibi masdarlardan gelen fiillerle cömertlik erdeminin önemi üzerinde durulmuştur. Hadislerde ise hem bu kelimeler hem de sehâ, sehâvet ve cûd kelimeleri geçmektedir.
Farsça’da “kamış” anlamına gelen nây kelimesi Türkçe’de uzun süre bu şekilde kullanıldıktan sonra zamanla neye dönüşmüştür. Ney üfleyene nâyî (neyzen), neyzenler topluluğunun başına da sernâyî (serneyzen) denir. Kamıştan yapılmış müzik aletlerinin en eski örneklerine Mezopotamya’daki kazılarda rastlanmıştır.
Mûsiki tarihinde ney kelimesinin geçtiği en eski kaynaklardan biri Ya‘kūb b. İshak el-Kindî’nin (ö. 252/866 [?]) Kitâbü’l-Muṣavvitâti’l-veteriyye min ẕâti’l-veteri’l-vâḥid ilâ ẕâti’l-veteri’l-ʿaşreti’l-evtâr adlı risâlesi olup burada ney “nây-ı Rûmî ale’z-zıkk” (Rum ülkesinde yaşayanların keseli neyi) adıyla kaydedilmiştir.
İbn Sînâ, Kitâbü’ş-Şifâʾ adlı eserinde Arapça’da kamıştan yapılmış aletlerin ortak adı olan “yerâa” kelimesiyle içine nefes üflenerek çalınan ney sazından ve surnây çeşidinden söz etmektedir.
Sözlükte muhabbet (mahabbet) kelimesinin hub (hubb) kökünden isim olduğu belirtilmekte, hub ise kısaca “buğzun zıddı” olarak tanımlanmaktadır (Lisânü’l-ʿArab, “ḥbb” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “ḥbb” md.). Literatürde muhabbet ve hub ile meveddet ve vüd (vüdd) yaygın biçimde “sevgi” anlamında kullanılmakta, sevginin coşkulu şekli ise aşk kelimesiyle ifade edilmektedir. Tehânevî’nin vüd ile ilgili verdiği “seveni kendinden geçirecek derecede coşkulu sevgi” şeklindeki tanım (Keşşâf, II, 1470) daha çok aşk için uygun düşmektedir. Bazı âlimlere göre muhabbet “eğilim, meyil” mânasında iradenin eş anlamlısı olup “kişinin iyi olduğunu bildiği veya zannettiği şeyi istemesi” anlamına gelir. Bununla birlikte muhabbetin iradeden daha güçlü bir istek mânası içerdiği belirtilmektedir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ḥbb” md.; Tehânevî, I, 270). Semavî kitaplarda özellikle İncil ve Kur’an’da muhabbet üzerinde önemle durulmuş ve muhabbetin dinî hayatın temeli ve aslî unsuru olduğu ifade edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de muhabbet bir âyette (Tâhâ 20/39), hub ise dokuz âyette geçmekte, yetmiş iki yerde aynı kökten isim ve fiiller yer almaktadır (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥbb” md.). Bu âyetlerde sevginin hem Allah’a hem insana nisbet edildiği görülür. “Allah onları, onlar da Allah’ı severler” (el-Mâide 5/54) ifadesi Allah’la kullar arasındaki karşılıklı sevgiyi vurgulamaktadır. Allah’ın isimlerinden olan vedûd (Hûd 11/90; el-Burûc 85/14) onun kullarını çok sevdiğini ifade eder.
Allah’a nisbet edilen yerlerde O’nun takvâ sahiplerini, iyilik severleri, maddî ve mânevî temizliğe önem verenleri, tevekkül ehlini, sabırlı davrananları, adaletli olanları, kahramanları, Hz. Peygamber’e uyanları sevdiği; inkârcıları, zulüm ve haksızlık yapanları, günahlarda ısrar edenleri, böbürlenip övünenleri, büyüklük taslayıp gerçeklere karşı çıkanları, nankörleri, hainleri, aşırılığa sapanları, şımarıkları sevmediği bildirilir. Sevginin insana nisbet edildiği âyetlerde Allah sevgisi, iman sevgisi, müminler arasındaki sevgi gibi sevgi türlerinden övgüyle söz edilmekte, buna karşılık insanın dünyaya, mala mülke, geçici hazlara aşırı düşkünlüğü, hak etmediği halde övülmeyi ve çirkin olan şeyleri ifşa etmeyi sevmesi eleştirilmektedir.
ŞÜKÜR: Sözlükte “yapılan iyiliği bilmek ve onu yaymak, iyilik edeni iyiliğiyle övmek; minnettarlık” anlamındaki şükr terim olarak “Allah’tan veya insanlardan gelen nimet ve iyilikten dolayı minnettarlığını ifade etme, nimete söz ve fiille mukabelede bulunma, Allah’a itaat edip günah işlemekten uzak durmak suretiyle nimetin gereğini yapma” şeklinde tanımlanmıştır (Fîrûzâbâdî, el-Ḳāmûsü’l-muḥîṭ, “şkr” md.; Lisânü’l-ʿArab, “şkr” md.; Fahreddin er-Râzî, XIX, 86).
Kuşeyrî, tasavvufun önde gelenlerinin şükrü “derin bir saygıyla nimet sahibinin iyiliğini anmak” diye tarif ettiklerini belirtir (er-Risâle, II, 489). Türkçe’de Allah’a karşı minnettarlık için şükür, insanlara karşı minnettarlık için teşekkür kelimeleri kullanılır.
Şükrün karşıtı küfrdür (küfrân) (nimeti inkâr etme, nankörlük). Şükür hamd (övgü) kavramına yakın bir anlam taşımakla birlikte hamdin kapsamı daha geniştir. Nitekim bir kimse hem iyilikleri hem güzel nitelikleriyle övülür; şükür veya teşekkür ise sadece iyiliklere karşı gösterilen minnettarlığı anlatır (İbnü’l-Esîr, II, 493).
Bu haftaki yazımızda literatürde LOTUS olarak geçen dilimizde yaygın kullanımı ile NİLÜFER olarak bilinen en güzel en gösterişli su çiçeklerinden birini tanıtmaya gayret edeceğiz.
Lotus, Asya kökenli bir bitki olup, 1787’de Avrupa’ya getirilmiştir. Eski Hindistan ve Çin’de Buda’nın Lotus çiçeğinin kalbinden doğduğuna inanılır ve Budistlerce saygı gösterilirdi. Dünyanın pek çok bölgesindeki durgun sularda yaygın şekilde yetişmektedir. Lotuslar tür ya da çeşitlerine göre dayanıklı veya duyarlı çok yıllık otsu su bitkileridir. Durgun suları sever. Genelde sığ sularda bataklık ve göl kenarlarında gelişirler. Çiçek sapları sudan dışarı çıkar ve çiçekler su yüzeyine değmez (Söğüt 1996: 77).
Lotus bitkisinin bir özelliği köklerinin bulunduğu kısmı çamurlu ve kirli ortamlarda bulunmasına rağmen güzel büyümesi ve yapraklarının tertemiz olmasıdır. Çünkü bitki, üzerine en ufak bir toz zerresi geldiğinde hemen yapraklarını sallar ve toz taneciklerini belli noktalara doğru iter. Yaprağın üzerine düşen yağmur damlaları da bu noktalara doğru yönlendirilir ve buradaki tozların süpürülmesi sağlanır (Li 2011: 109).
Sözlükte “haram kılınan, yasaklanan; kutsal olan, saygı duyulan” anlamlarındaki muharrem savaşmanın haram kabul edildiği dört aydan birinin adıdır. Bu ayın İslâm’dan öncesi Arab-ı bâide (Âd ve Semûd) veya Arab-ı âribe döneminde mü’temir ve mûcib diye adlandırıldığı rivayet edilir.
Hicrî takvimde yer alan ay isimlerinin milâdî V. yüzyılın başlarında Hz. Peygamber’in baba tarafından beşinci dedesi Kilâb b. Mürre tarafından belirlendiği nakledilmektedir. İslâm’dan önce muharrem ayına “saferü’l-evvel” denirdi. Çünkü Araplar yılın ilk altı ayını her iki aya bir isim vermek suretiyle safer, rebî‘ ve cumâdâ diye adlandırmış, bunları birbirinden ayırmak için birincisine “evvel”, ikincisine “âhir” veya “sânî” sıfatlarını eklemişlerdi. İlk iki aya “saferân” ismi de verilmiş, birinci safer haram aylardan olduğu için “saferü’l-muharrem” şeklinde de anılmıştır.
Câhiliye devrinde Araplar, haram aylardan üçünün (zilkade, zilhicce, muharrem) peş peşe gelmesini önlemek için “nesî’” uygulamasıyla seneyi iki veya üç yılda bir on üç aya çıkarıp muharrem ayını saferin yerine kaydırmak suretiyle safer ayını haram ay kabul ediyorlardı. Böylece muharremle kendisinden önceki diğer haram ayların arasına helâl bir ay ekleyerek üç haram ayı birbirinden ayırıyor ve muharrem ayında da savaşmakta sakınca görmüyorlardı. Nesî’ uygulaması Kur’ân-ı Kerîm’de kötülenmiş (et-Tevbe 9/37), Hz. Peygamber, ayların kendi zaman dilimlerine döndüğü bir yıla (10/632) denk gelen haccı sırasında Mina’daki hutbesinde zamanın Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü durumuna döndüğünü ifade edip muharremin haram aylardan biri olduğunu belirtmiştir (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 2; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 67).
Mutasavvıflar genellikle cismanî ve mânevî olmak üzere iki türlü gurbetten bahsederler. Birincisi kişinin memleketinden uzak kalmasıdır. Çeşitli sebeplerle seyahate çıkan gezgin mutasavvıflar bu anlamdaki gurbete büyük önem verirler; gurbete çıkmaya arzu duyar, gariplere sahip çıkmanın faziletinden söz ederler. “Gurbette iken ölen şehiddir” (İbn Mâce, “Cenâʾiz”, 61) meâlindeki hadise bu bağlamda önemle işaret edilmiştir.
Mânevî gurbetin, biri tutum ve davranışlarla, diğeri düşünce ile (himmet) ilgili olmak üzere iki şekli vardır. Bir toplumun yaşama tarzı dine uygun değilse o toplumda yaşayan dindar insan öz yurdunda da olsa garip sayılır.
Nitekim İslâm’ın ilk yıllarında Mekkeli müslümanlar kendi yurtlarında böyle bir gurbet hayatı yaşamışlardı. “İslâm garip olarak başladı, ileride yine garip olacaktır, ne mutlu o gariplere!” (Müslim, “Îmân”, 232; Tirmizî, “Îmân”, 13) meâlindeki hadiste bu duruma işaret edilmiştir. Mekke müşrikleri arasında azınlık olarak yaşayan ashap garip sayıldığı gibi benzer şartlar altında zor bir hayat geçiren dindar müslümanlar da garip sayılır. “Güç şartlar altında sıkıntılı bir hayat yaşamak” anlamına gelen gariplik bu sebeple fazilet kabul edilmiştir.
“Ahsen-i takvîm” ifadesi, “Andolsun ki biz insanı en güzel şekilde yarattık” (et-Tîn 95/4) meâlindeki âyette geçmektedir. Yaratıkların en mükemmeli olan insandaki güzelliğin kaynağı, bazı âyet ve hadislerde dile getirildiği üzere, Allah’ın onu “tesviye etmesi”, “kendi eliyle” yaratıp ruhundan üflemesi (bk. Sâd 38/72), kendi sûreti üzere yaratması (bk. Buhârî, “Eẕân”, 11; Müslim, “Birr”, 32) ve onu yeryüzünde kendine halife kılmasıdır (bk. el-Bakara 2/30).
İnsan, bazılarına göre hem ruh hem beden, bazılarına göre ise sadece ruh yönünden yaratılmışların en güzelidir. Birincilere göre ruh güzelliği daha önemli olmakla beraber, o vücut ve şekil itibariyle de yaratılmışların en güzelidir; tam mânasıyla mükemmel bir varlıktır. İkinci görüşü savunanlara göre illiyyînde ruh olarak en güzel şekilde yaratılan insan daha sonra beden kafesine konularak “esfeli sâfilîn” denilen madde âlemine indirilmiştir (bk. et-Tîn 95/5); tekrar ilk ve en güzel şeklini elde etmek için çabalamaktadır.
Abdülkerîm el-Cîlî’ye göre insanın kâmil ve en güzel oluşunun sebebi, “Hakk’ın nüshası” olmasıdır. İnsanın sahip olduğu fevkalâde güzelliği hem ilâhî, hem beşerî aşkın kaynağı olarak gören sûfîler bu güzelliğe duyulan mecazi aşkı hakiki aşkın vasıtası saymışlardır. (1)