Tatlı rüyalar
“Üzerimde yıldızlı gök, içimde ahlâk yasası” demişti Königsbergli*. Bizde tüm hikâyeleri başlatan o yolculuğa çıkalım. İçimize dönelim. Bakalım orada ahlâk sütununu dikebileceğimiz bir kaide bulabilecek miyiz?
İdealist gelenek -ister ilahi olsun ister seküler- kendi sinir uçlarını dağlayıp, ideal ‘bir’ insan ve onun ideal yaşantısını bir terzi gibi biçme cüretini gösterdi ve gösteriyor da…
Sınırları çizilmiş davranış biçimleri üzerinden değerler üretiliyor ve değerlere uygunluğu bakımından da değerli insan portresi çiziliyor.
Yani hedef: O insan, o toplum, o hayat.
İyi ama, sınırları belirlenmiş davranışlar bütünü olan ahlaki kuralları, her insana ve her topluma önerebilir miyiz? Örneğin Türkiye’nin doğusundaki ahlak ile batısındaki ahlâk aynı ahlak mıdır?
Farklı coğrafi şartların farklı değerler aracılığıyla yaşamı düzenlediği açık. O halde ahlaki yargıların oluşumunda içsel bir yasadan ziyade dış etkenlerin etkisi kendisini gösteriyor.
Bu durumda her şartta herkese önerilen ahlak; ‘ben doğrusunu biliyorum’ ve ‘herkes böyle yaşamalı’ demekten başka bir anlama gelmez. Bu türden söylenen sözler düşünce ürünü bir yargı değil, ancak bir vaizin sayıklamaları olabilir.
Ahlakı içsel bir yasa olarak kabul etmek ve bunu evrensel -bütün insanlar için- kabul etmenin kaçınılmaz sonucu renkleri solduran tek tipçi bir yaklaşım olacaktır.
Yani ahlak hayli despotik görünüyor.
‘Gelişmiş’, ‘ahlaklı’ insanın kabaca görüntüsü bu. Ya ‘öteki’ insan?
Will Durant Medeniyetin Temelleri kitabında, Brezilyalı bir kabile reisinin şu sözlerini aktarıyor:
“Bir düşmanımı öldürdüğüm vakit, kaldırıp atmaktansa onu yemek daha iyidir. En kötü şey, diğerlerinin kanına girmek değil, ölmektir; eğer beni öldürürlerse, düşmanımın beni yiyip yememesi fark etmez. Fakat ben, onun etinden daha lezzetli bir şey düşünemem… Siz beyazlar çok hassassınız.”
Bir tarafta içindeki ahlâk yasasından bahseden Kant yani idealist gelenek, diğer tarafta düşmanını öldürüp yemekten bahseden Brezilyalı kabile reisi.
Bu sözlerden açıkça anlaşılacağı üzere, hayvan eti yemekle insan eti yemek arasında ahlaki bir fark gözetmiyorlar.
Ama durun, ahlaki yargılarının olmadığını düşünmek için aceleci davranmayın. Bu insanlar da kendi toplulukları içerisinde, kendi ihtiyaçlarına uygun ahlak kurallarına sahipler.
Örneğin Melanezya da dostlarına iyice kızartılmış insan budu ikram eden bir kabile reisinin saygınlığı artıyor. Yani konuk ağırlama ritüelleri, ikramda bulunma ve saygınlık gibi kendi topluluk yaşantılarını düzenleyen normları var.
Söz konusu insanların birer vahşi olduklarınızı düşünebilirsiniz, ama biraz daha dikkatle bakın kültüre, aydınlanma ve ilerleme gibi ‘olumlu’ kavramlarla yükselen düşüncenin Nazi Almanyasını doğurduğu unutulmamalı. Amerika’nın Vietnam’da metrekare başına kaç bomba attığını, koskoca bir kıtanın yüzlerce yıldır nasıl sömürüldüğünü ve sayamayacağımız kadar vahşetin modern medeniyetimiz tarafından nasıl işlendiğini hatırlayalım.
İşte dik omurgasıyla, becerikli elleriyle, gülmeyi mümkün kılan yüzüyle; kültürler kuran, medeniyetler inşa eden insanın aynı aynadaki iki farklı yansıması.
Bu perspektiften bakınca içsel yasalılık ve evrensellik iddiası, insan için görülen toplumsal bir rüya gibi görünüyor.
Eh güzel bir uyku her zaman iyidir.
Tatlı rüyalar.