Zihniyet değişimine daha ne kadar direnç göstereceğiz?

Biliyorsunuz, Türkiye’nin modernleşme tarihi 18’inci yüzyılın ikinci yarısına, Padişah 3. Selim’e kadar geri götürülür. Osmanlı ordusunun savaşlarda yenilgiler almaya başlamasıyla bir sorun olduğunu kabul etmeye başlıyor devleti yönetenler. O zamana kadar Batı’ya karşı kendimizi üstün görürken, birden bir şeylerin değiştiğini ve bazı şeyleri kaçırdığımızı idrak ediyoruz.

Oysa Avrupa’da değişim 300 yıl önce başlamıştı. Bir zihniyet devrimi yaşanmıştı. Rönesans ile birlikte Orta Çağ kapanmış, Yeniçağ’a girilmişti. Eski Roma ve Yunan filozoflarının, bilim insanlarının kitapları çevrilmiş, deneysel düşünce canlanmış, matbaanın icadıyla yeni fikirler ve bilgiler Kıta’nın dört bir yanındaki geniş kitlelere yayılmıştı.

Avrupa’da önce sanat, bilim, felsefe ve mimari canlanmıştı. Bu canlanış de coğrafi keşifler ve ticaret yoluyla zenginleşmeyi beraberinde getirmişti.

Osmanlı’nın yanı başında yaşanan bu değişimi görebilmesi için savaşlarda yenilgiler alması gerekti. Önceleri orduyu ve bazı devlet kurumlarını yenileyerek bu durum aşılmaya çalışıldıysa da başarılı olunamadı.

Palyatif reformlarla sorunların aşılamayacağı, köklü bir zihniyet değişimine ihtiyaç olduğunu kavramamız 19’uncu yüzyılı buldu. Tanzimat ile birlikte Avrupa’nın askeri, teknik ve ekonomik gelişimi karşısında çaresiz kaldığımızı kabul ederek, bir dizi ciddi reformu hayata geçirmeye başladık.

Uygulamada meydana gelen sorunları bir yana koyarsak, tarihimizin yüz akı olan bu reformlar, ne yazık ki bugün Türkiye’de halen devam eden bir direnci de ortaya çıkardı.

Tanzimat’a karşı çıkanlar reformları “gavurlaşma ve Frenkleşme” şeklinde yorumladı. “Bundan sonra gâvura ‘gâvur’ denmeyecek” tepkileri doğdu.

Türkiye o zamandan beri gelenek ile modernlik zeminlerinde bir ortak akıl yaratamadı. Bu çekişme bugün de devam ediyor.

Bu noktada durup son yıllarda yaşadığımız sorunlara bir bakmak istiyorum.

Türkiye giderek derinleşen bir ekonomik krizi, ekonomi bilimini reddettiği için yaşıyor. Ekonomi politikalarının yanlış olduğunu savunan ekonomistler “mandacı” olmakla suçlanıyor.

Pandemi sürecinde bir sürü insan tabiplerin uyarılarına kulak asılmadığı için canından oldu. Toplum sağlığını korumak için gerek gördükleri uyarıları yapan hekimlerin “korona kadar tehlikeli olduğu” söylendi, “zehirli ve zillet komplosu” olmakla suçlandılar.

En azından 1999 depreminden beri, binalarımızı bilime uygun bir şekilde yapmamız ya da sağlamlaştırmamız gerektiğini biliyorduk. Bilim insanları 24 yıldır uyarıyordu. Dinlemedik. Sonuç onların uyardığı gibi olunca da yükselen sesleri “depremi siyasete alet ediyorlar” diye bastırmaya çalışıyorlar. Oysa bu ülkenin bir deprem politikası (siyasa) olması gerekiyor.

Bir yağmur yağıyor, insanlar ölüyor. TMMOB temsilcilerini kimse dinlemiyor. Bu ülkede mühendisleri dinlemeden nasıl şehirler kuruyorsunuz, nasıl köprüler yapıyorsunuz görüyoruz işte. TMOBB öyle bir marjinalleştirildi ki terörist ilan edilmediği kaldı.

Hem modern binalarda, 20 katlı 30 katlı lüks apartmanlarda yaşayalım istiyoruz, hem mühendisleri ötekileştiriyoruz.

Hem hastalıklarımız tedavi edilsin, pandemiler önlensin istiyoruz, hem hekimleri “hain” ilan ediyoruz.

Hem ekonomi düzelsin istiyoruz, hem ekonomistleri “mandacı” olmakla suçluyoruz.

Bu zihniyet sorununu görmeden uyanış mümkün olmuyor.

Tanzimat’la başlayan, Cumhuriyet’le devam eden bu dönüşüme direnmek bize sadece kaybettiriyor. Bir şey kazandırmıyor.